Vahdettin İnce
Yazar
TT

Cahiliye asabiyetine dönmüşüz çünkü birbirimizin boynunu vuruyoruz

İslami ilimlerde ekol sahibi büyük alimlerin, özellikle müfessirlerin “tefsir, tevil ve tabir” şeklinde formüle edilen bir metodu esas aldıkları bilinir. Buna göre bir nass önce açıklanır (tefsir), sonra elde edilen anlamın geçmişteki örnekleriyle bağlantısı kurulur (tevil) ve ardından bugüne dair bir sonuca ulaşılır (tabir). İbn Haldun “mukaddime”sinde bu metodu tarih ilmi bağlamında sosyolojiye uyarlamış ve gerçekten muhteşem sonuçlara ulaşmıştır. Tarihi bir vakıayı, sosyal bir davranışı önce çok yönlü bir açıklamaya (tefsir) tabi tutuyor. Sonra bunun tarihsel ilk örnekleriyle ilişkisini kuruyor (tevil) ve akabinde içinde yaşadığı dönemdeki yansımalarını gözler önüne seriyor (tabir).
O yüzden bana göre “Mukaddime”, kainat kitabının beşer sayfasına ilişkin mükemmel ve muhteşem bir tefsiridir.
Mesela mağripte Araplar ile Berberilerin, şarkta ise Kürtler ve Türklerin (Türkmenlerin) bedevi (göçebe) olduklarını söyler ve sonra bu hayat tarzının tabiatları üzerindeki etkisini detaylıca anlatır ve bu tabiatın bu topluluklara tagallüp ve egemenlik bağlamında ilerletici, geliştirici, motive edici bir asabiyet kazandırdığını vurguladıktan sonra bunun medeniyeti yıkan, umranı ifsat eden, çevreyi ve düzeni harap eden bir etkisinin olduğunu özellikle Araplar bağlamında somut örnekleriyle gözler önüne serer.
Mesela Araplar hakkında şu tespitlerde bulunur (Araplarla aynı hayat tarzına, dolayısıyla aynı asabiyete sahip Berberiler, Kürtler ve Türkler de aşağı yukarı aynı konumdadırlar): “İnsanoğlunun yeryüzüne ayak bastığı günden bugüne kadar Arapların galibiyet kurarak egemenlikleri altına aldıkları bölgelere bakın, oralardaki umranı nasıl çökerttiklerini, bölgelerin halklarını nasıl çöllere sürdüklerini, ayak bastıkları toprakların çehresini bütünüyle nasıl değiştirdiklerini görebilirsiniz. Mesela anayurtları Yemen. Bir iki büyük şehir dışında tamamen haraptır. Daha önce Farsların yoğun olarak yaşadıkları Arap Irak’ında umran bütünüyle yıkılmıştır. Günümüzde Şam diyarı (Suriye) da öyledir. Tunusun (İfrikiye) ve Mağribin beşinci yüzyılın başından itibaren Benu Hilal ve Benu Süleym’in üç yüz elli yıl süren hâkimiyetlerinden sonra neler yaşadığını, umran ile bezeli ovalarının nasıl baştanbaşa viraneye döndüğünü görebilirsiniz. Oysa siyahların toprakları  (Sudan) ile Rum denizi (Akdeniz) arasındaki bölgede büyük bir umran yükseliyordu. Oralardaki işaretler, bina kalıntıları, kasaba ve köy harabeleri bu umranın tanıklarıdır.”
“Bunun sebebi, Arapların (göçebelikten dolayı) vahşi bir tabiata sahip olmalarıdır. Bu tabiatları gereği Araplar reislik için sürekli olarak birbirleriyle rekabet ederler. Babası, kardeşi veya aşiretinin büyüğü de olsa reisliği gönül rızasıyla bir başkasına teslim ettikleri pek görülmüş şey değil. Olsa da çok azdır ve çevreden utandıkları için istemeden yaparlar. Bu yüzden Araplar arasında hakim ve emirlerin sayısı alabildiğine fazladır. Haraçların, vergilerin toplanması ve hükümlerin uygulanması hususunda her kafadan bir ses çıkar. Doğal olarak umran önce fesada uğrar ve ardından büsbütün çöker. Bu yüzden de bütün milletler içinde birbirlerine itaat etmeleri en zor olanlar Araplardır (Berberileri, Kürtleri ve Türkleri de bu kapsama alabilirsiniz). Çünkü son derece kaba ve kibirlidirler. Himmet duygusundan uzak oldukları gibi reislik için de yıpratıcı bir rekabet halindedirler. Başına buyruk oldukları için arzularının bir noktada buluştuğu da pek vaki değildir.”
Ardından İbn Haldun, Arapların bir araya gelmelerinin, aynı ideal peşinde tek bir lider etrafında birleşmelerinin ancak peygamberlik veya velayet gibi güçlü bir dini motivasyon ile mümkün olabileceğini cahiliyeden sonra İslami dönemde gerçekleşen muhteşem bütünlüğü ve medeniyet kurucu tutumu örnek göstererek vurgular.
“Ama peygamberlik veya velayet aracılığıyla sunulan din içlerinde bir kontrol mekanizması oluşturduğu, kibirlerini giderdiği, reislik uğruna rekabet içinde olmalarına son verdiği için içlerindeki reise itaat etmeleri ve onun etrafında bir araya gelmeleri kolaylaşır. Çünkü din bedevi kabalıklarını ve asabiyet kibirlerini gideren bir nefis kontrolü oluşturarak, kıskançlığı ve rekabeti ortadan kaldırır. Onları Allah’ın emirlerini yerine getirmeye teşvik eden, sahip oldukları kötü ahlakları gideren, övülen ahlakla bezenmelerini sağlayan, hakkın egemenliği uğruna ortak bir ideal etrafında buluşturan bir peygamber veya veli aralarında olduğu zaman bir araya gelirler ve (ilkelere bağlı) bir galibiyet sağlayıp (adil ve kalıcı) bir hâkimiyet kurmaları mümkün olur.”
“Huzuruna çıkan bir bedeviye Irak valisi Haccac’ı soran halife Abdulmelik’e Bedevi, kendince valinin iyi yönetimini ve umranı geliştirici siyasetini övmek, yönetimde çok başlılığın olmadığını, her kafadan bir sesin çıkmadığını vurgulamak maksadıyla “onun yanından ayrıldığımda tek başına zulmediyordu” cevabını verir. “
“Sasani ordusunun Kadisiye savaşındaki komutanı Rüstem, birbirleriyle sürekli savaşan, birbirinin kanını döken, asla bir ideal etrafında bir araya gelmeyen, bu yüzden ülkelerinin en verimli toprakları başka güçler (Sasani ve Roma) tarafından işgal edilip sömürülen Müslüman Arapların namaz için bir araya geldiklerini görünce “Köpekleri adam eden Ömer ciğerimi söktü” der.”
İbn Haldun, bu süreçten sonra kendisinin yaşadığı dönemde Arapların İslam’dan uzaklaşarak ilk dönemlerdeki bedeviliklerine geri döndüklerini ve İslam gibi birleştirici bir motivasyondan uzaklaştıkları için Arap bedeviliğinin yıkıcı karakterinin gereği olarak Yemen’in, Irak’ın, Şam diyarının ve İfrikiye’nin (Tunus)  harap olduğunu, umran namına bir şeyin kalmadığını söyler.
Bugün Yemen, Irak, Suriye ve Tunus’da yaşanan yıkıma bakılırsa İslam ümmetinin ilk cahiliye dönemine döndüğünü söyleyebiliriz. Peygamberimiz (s.a.v) “benden sonra ilk cahiliyeye dönüp birbirinizi boynunu vurmayın” diye buyurmuştu nitekim.
İbn Haldun’un söylediklerini bugüne tabir edersek eğer: Arapların, Türklerin, Kürtlerin, Berberilerin… büyük galibiyetlere, geniş çaplı egemenliklere sebep olan göçebe asabiyetleri, bedevi milliyetçilikleri eğer İslam ahlakı, akide ilkeleri ile beslenmez, yeryüzünde Allah’ın adaletinin egemen olması şiarını amaç olarak önüne koymaz ise sadece umranı yıkıcı, medeniyeti ifsat edici bir etki gösterir.
İslam ile arasına mesafe koymuş coğrafyamızın bugünkü Yemen’i, Irak’ı, Suriye’si ve Tunus’u İbn Haldun döneminde İslam ile arasına mesafe koymuş zamanın Yemen’ine, Irak’ına, Suriye’sine, Tunus’una “suyun suya benzediği gibi” benzemiyor mu?
Milliyetçiliklerimiz (göçebe asabiyetlerimiz) birbirimizin boynunu vurmamıza neden oluyorsa ilk cahiliyeye dönmüşüz demektir.