Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Orta Doğu’da neler oluyor?

Uluslararası ilişkiler teorilerindeki klasik görüşler, genellikle realisttir ve uluslararası ortamın anarşik olduğunu, her ülkenin güvende olmak için güç sahibi olması gerektiğini bu gücün de genellikle askeri güç olduğunu söyler. Tabi uluslararası ilişkiler disiplini ABD merkezlidir ve bir yandan çok özgün olmak yerine ABD dış politikası ile uyumlu teorilerin öne çıkartıldığı söylenebilir. Örneğin, küreselleşmenin ortaya çıkışıyla birlikte bu askeri güç vurgusuna ekonomik güç de eklenmiştir. Klasik görüşlerin dışındaki yeni diyebileceğimiz teoriler ise, güç merkezli, çatışmacı teoriler yerine işbirliği temelli teorilere vurgu yapar ve uluslararası ortamda realist teorilerin, silahlanma yarışının çatışma çıkaracağını, bunun yerine devletlerin işbirliğini tercih edeceğini, bunun çatışmaların önüne geçeceğini söyler. Örneğin, 2. Dünya Savaşı sonrasında savaşmış olan taraflar Avrupa Birliği ve öncülü işbirlikleri oluşturmuşlardır.

Batı merkezli uluslararası ilişkiler teorileri her zaman Doğu için geçerli olmaz, dolayısıyla Doğu’nun daha özel ifadeyle Orta Doğu’nun özgün bir tarafı vardır. Zaten “bize” uymayan bu şablonun bize zorla dayatılmasında da maalesef ABD başta olmak üzere, Batı’nın “bizim” işlerimize karışma, neokolonyalizm merakı, kurtulamadıkları oryantalizm fetişizmi bulunmaktadır. Dolayısıyla, hem “bizim” kendi hatalarımız hem de Batı’nın hegemonya kurma merakıyla müdahaleleri sonucunda Orta Doğu’da huzur ve istikrar yerine çatışma ve kaosun olduğu doğrudur. Maalesef bunun son örneğini Arap Baharı diye, Batı merkezli bir dille oluşturulan kavramın problemlerini yaşarken gördük.

Orta Doğu’yu ele alırken yapılan hatalardan biri tüm bölgeyi yekpare bir yapıymış gibi, “gelişmemiş, Müslüman Araplardan oluşan, kendini yönetemeyen, yönetilmesi gerektiğine inanılan” bir şekilde ele alma hatasıdır. Bunu yer yer “biz” bile kendimize yaparız zira kendimize kendi gözlüğümüzle değil, kendimize ve bölgeye uygun olmayan bir gözlükle, Batı gözlüğüyle bakmaya, egemen olanların yargılarıyla yargılamaya alışmışızdır.

Güncele dönecek olursam, Orta Doğu’daki ülkelerde din, mezhep, ekonomi, siyaset, ideoloji, sömürgecilikten kalma sorunlar, hürriyet, insan hakları gibi birçok sebepten kaynaklanan birçok sebebe bağlı çatışma ve kaos olduğu doğrudur. Tam birileri çıkıp belimizi doğrultmak için bir adım atmaya kalksa en büyük çatışmaların fitili ateşlenerek bölgeye müdahale etmenin yolları aranır. Ancak istisna bir döneme girilmiş gibi zira, bölgenin önemli güçleri çatışma yerine müzakerelere yönelmeye başladı. Uzun süre sonra Suriye, Arap Birliği’ne geri kabul edildi. Suudi Arabistan ve İran arasında görüşmeler sürüyor. Türkiye’deki iktidar ve muhalefet bölge ile iyi ilişkiler kurulması gerektiğini söylüyor. En büyük problem olan İsrail’de Netanyahu ve aşırı sağcı koalisyon ortaklarının iktidarda olması sorun oluştursa da, Trump sonrası Biden yönetiminden eski desteği görmemesi İsrail’in kışkırtma ihtimallerini bir miktar düşürüyor, her ne kadar Filistin’e yönelik saldırılarını arttırmış olsa da. Yemen hala bir muamma, Lübnan ney ipliğinde duruyor, başka ülkelerde başka sorunlar var, Libya hala istikrarsız ancak ama bir yanda da bölgedeki önemli güçlerin ekonomik, siyasi, askeri alanda görüşecek kadar yakınlaşması bile bölge açısından bir umut doğuruyor. (Şuraya bahsettiğim ülkelerin, bahsettiğim politikalarıyla eleştirilecek çok şey olduğu notunu düşmek isterim ancak bahsettiklerim bütüncül yorumlar olduğu için o kısma girmiyorum.) Tabi, bölgeye müdahil olmak konusunda oldukça mahir olan ABD’nin, umut ışığını Asya’da gördüğü, Orta Doğu ve Afganistan’da kaybettiği, buralarda kalacak mecali ve imkanı kalmadığı için Asya’ya yönelmiş olmasının da bir fırsat olduğunu unutmamak gerekiyor.

Çin ve Rusya gibi dönemin etkin güçleri, özellikle Çin, Orta Doğu’da en azından Suudi Arabistan ve İran arasındaki görüşmelerde olumlu adımlar atıyor. Bölgede ABD’den kalan boşluğa yöneldikleri bir sır değil. En azından şimdilik, çatışmacı, bölücü bir tavırla değil müzakereci bir tavırla yönelmeleri ve bölgede bunun karşılık bulması olumlu bir durum. Ancak unutmamak gerekiyor ki, bölgenin kaostan istikrara geçişi için en önemli rol yine ülkenin kendi dinamiklerine düşüyor ve el makasıyla kendi göbeğimizi kesemeyeceğimizi acı tecrübelerle öğrenmiş durumdayız. Her şeye nevrotik ve septik bir halde yaklaşmamak gerektiğine inansam da temkini elden bırakmamak gerektiğini de not düşmek isterim. Umarım sonunda güneş gerçekten doğduğu Doğu’da gerçekten her anlamda doğar, bunu çok uzun zamandır bekliyoruz, sanıyorum artık biraz huzuru da hak ediyoruz. Her ne kadar yeni uluslararası ilişkiler teorileri, işbirliklerinin çatışmalara engel olacağı kehanetlerinde bulunmuş olsa da, olumlu yönde bir mesafe kaydedersek, bunun bu kehanetlerden değil kendi basiretimizden dolayı olması da önemli.

Türkiye, nasipse 14 Mayıs’ta genel seçimlere gidecek, seçim sürecinin de, seçim sonucunun da huzur ve hayırla sonuçlanmasını dilerim.