Sık sık Kürt meselesi ile ilgili yazmama rağmen aslında bu konuyu çok da severek yazmıyorum. Ancak ortada kalmış, bir yere bağlanmamış, bu yüzden üzerinde her gün konuşulan, devlet katında taktik ve stratejilere, genel politikalara konu olan, beri tarafta kan ve göz yaşına sebep olan bir sorun olması hasebiyle yüreği sızlayan her vicdanlı Müslüman gibi bigane kalamıyorum ve yazmadan edemiyorum. Yazmak zorundayım. Çünkü kendilerine bir temsiliyet konumu biçen tarafların attığı her adım canımızı acıtıyor, yüreğimizi burkuyor. Yakılan köyleri, hendeklere gömülen şehir ve kasabaları, toprağa düşen insanları saymıyorum bile. Müslüman iseniz bigane kalamazsınız. Bana ne diyemezsiniz.
Buna rağmen yine de epeydir konuya dair yazmıyordum. Meseleye kültürel açıdan değinmeyi esas alan yazılar dışında. Ancak seçim öncesinde Kürtlerin “Türk solu”nun “hamalı” olarak kullanılmasına sebep olan siyasal zeminin devam ediyor olmasına hayıflanan bir yazı yazmıştım.
Hayıflanmamak elde değil. Yüzyılın mağduriyetinin, Kürtlerin tarihsel hafızasına yabancı “sol”un elinde heder olması yürek yakıcı bir meseledir. Kürt mazlumiyetinin buna sebep olanların, bu zulümlere imza atanların uğruna harcanması insanın ağırına gidiyor sonuçta. Aslında Kürtlerin “sol”a hamal koşulması en az binlerce Kürt çocuğunun şiddet baronlarına kurban edilmesi kadar acıdır.
Ama son seçim ve sonuçları bu bağlamda bazı şeylerin değişebileceğini gösterdi. Kürt ve Türk solunun vesayetinin kırılabileceğine, Kürt mağduriyetinin solun devrim ütopyalarına meze yapılamayabileceğine dair emareler belirdi. Bu açıdan Kürtlerin temsiliyetini tekeline alan Kürt Kemalizminin beklemediği bir sonuç almasının yanında Hüda-Par’ın bu arenada doğru bir konum alarak görünür olması da son derece değerli gelişmelerdir.
Kürtlerin kendilerini ateşe atmayan, maddi ve manevi değerlerinin hırpalanmasına sebep olmayan, dilinin, dininin, kültürünün, geleneklerinin, tarihsel kimlik ve kişiliğinin erozyona uğramasına yönelik adımlar atmayan, evlerini başlarına yıkmayan, ocaklarını söndürmeyen, yerlerinden, yurtlarından, dillerinden, dinlerinden etmeyen, yüz yıllık mağduriyeti “Kürt hakları” maskesiyle derleyip Kürtlerin mağduriyetinin en büyük müsebbiplerinin kar hanesine yazdırmayan, memleketin bütünlüğü içinde, bütün toplumsal kesimlerle kardeşçe bir anlayış benimseyen bir temsileyete ihtiyacı vardı. Bu açıdan Hüda-Par’ın varlığı böyle bir geleneğin başlayacağına dair umutları yeşertecek cinstendir.
Yetmişli yıllardan beri bu meselenin içinde büyüdüm, yoğuruldum. Müslüman kimliğimle Kürt duyarlılığımı dile getirdiğim her zeminde Kürt olmayan Müslümanlardan kabul gördüm, Kemalizmin Kürtlere, Kürtçeye karşı takındığı düşmanca tutumdan duyulan derin bir mahcubiyet gözlemledim. Müslüman Türkler tarih, coğrafya ve kader arkadaşları Kürtlere karşı Kemalizmin takındığı bu tavra anlam veremiyorlardı, tepkiliydiler. Bu tepkilere onlarca yüzlerce örnek gösterilebilir. Ancak Kemalizmin Türkçesinin oluşturduğu zulüm zemininde yeşeren Kemalizmin Kürtçesi hepinizin bildiği siyasal, eylemsel tavırlarıyla, oluşturduğu şiddet ortamıyla rahatlıkla Kürtlerin hakkını teslim eden büyük çoğunluğu ürküttü. Onları “dertleri başkadır” diyecek noktaya getirdi. Türkiyelileşme adına şiddete adeta tapan solun payandası olması uçurumu daha da büyüttü. Türkiye’nin ana gövdesiyle ittifak kurup kaygılarını giderecek yerde marjinal solun adı sanı duyulmamış, toplumsal hiçbir karşılığı olmayan ne kadar grubu, derneği, partisi, pırtısı varsa onlarla ittifak kurarak meclise taşıdı. Söylemleri ve eylemleriyle Türkiye’nin ana gövdesinin kaygılarını derinleştirdi ve Kürtleri, Kürtlerin haklı taleplerini Kemalist rejimin baskılarını doğru bulmayan büyük bir kitlenin gözünde kriminalize etti.
Bu yüzden Hüda-Par’ın Türkiye’nin ana gövdesini temsil eden Cumhur ittifakına katılmasını ve son seçimlerde meclise girmesini umut verici bir ilk adım olarak görüyorum. Türkiye’nin ana gövdesiyle yan yana gelmek, kaygılarını gidermek, kendini doğru ifade etmek önemlidir. Eğer Hüda-Par bu doğru adımları cesaretle atmaya devam ederse, Kürtlerin diniyle, diliyle, tarihiyle, coğrafyasıyla, kimliği ve kişiliğiyle, en önemlisi Türkiye’nin ana gövdesiyle barışık bir temsiliyet doğmak üzeredir denebilir.
Şahsen ben umutluyum.