Emir Tahiri
İranlı gazeteci-yazar
TT

Türkiye: Ata ne derdi?

Önümüzdeki pazar günü Türkiyeli seçmenler, cumhurbaşkanlarını seçmek için sandık başına gidecek. Bu esnada özel bir iş gücü 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun yüzüncü yıldönümü kutlamaları için hazırlanıyor. Soru şu: Cumhuriyeti kuran adam bugünün Türkiye’sini nasıl görürdü?

Kastettiğimiz adam, Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarını, kendini modernleştirmek isteyen bir ulus devlete dönüştüren karizmatik askerî lider Mustafa Kemal Paşa, nam-ı diğer Atatürk (yani Türklerin atası). Atatürk, ilk bakışta başardığı şey karşısında gurur duyardı. Özellikle de kurduğu cumhuriyet, İslam dünyasının en eski cumhuriyeti ve 1920’li yıllarda Batı dışındaki güçlü adamlar eliyle kurulmuş olan ve bugüne kadar varlığını sürdüren bir rejim olduğu için. En önemlisi de Atatürk, bugün hâlâ siyasi yelpazenin çeşitli mensupları tarafından saygı duyulan tek ikonik şahsiyet olma özelliğini koruyor.

Bununla beraber Türkiye’nin kurucu atası, torunlarını, onlar için çizmiş olduğu rotadan sapmış halde bulurdu belki. Bilindiği üzere Atatürk Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşı’nın enkazı üzerinde yükselen, kendini yeni devletin hamisi ve siyasi sahnede son karar mercii olarak tanımlayan bir ordu etrafında kuruldu.

Atatürk, son çeyrek asırda ordusunu ve cumhuriyetini etkileyen radikal ideolojik değişimler karşısında şaşırabilirdi de. Atatürkçülük, Türkiye’yi "çökmekte olan Doğu’dan” uzaklaştırma amacı ve Avrupa uluslar ailesi içinde hak ettiği yeri geri kazanma umuduyla, Türkiye'nin kimliğini, Avrupa ve Avrupa kökenli modern bir ülke olarak yeniden inşa etmeye çalıştı.

Atatürk, Arap alfabesini bırakıp Latin alfabesinin değiştirilmiş bir versiyonunu tercih etmek ve Türkçeyi ödünç alınmış Arapça ve Farsça kelimelerden temizleyerek, Avrupa dilleri ve özellikle Fransızcadan alınan kelimelere yer açmak suretiyle yeni kimliği şekillendirmeye çabaladı.

Daha da önemlisi şu ki Atatürk, Osmanlı halifelerinin yönetimi altında dinin siyasetle karıştığı asırlara son vermek için Fransızca “laicité” terimini kullanarak, laiklik düşüncesini benimsedi.

“Tek ümmet, tek bayrak” ülküsü altında Ermeni’den Rum’a, Arap’tan Kürt’e kadar çeşitli kimlikler topluluğu, herkesi kapsayan tek bir Türk kimliğinde kaynaşırken, aşırı Türk milliyetçiliği gibi şovenist sapmalar da reddedildi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın uyguladığı güçlü reformlar dizisi sayesinde ordu bugün Türkiye’nin siyaset alanının “sessiz” bir gözlemcisi konumunda.

Erdoğan’ın reformlarıyla Atatürk’ün oluşturmaya çalıştığı yeni kimlik de değişikliğe maruz kaldı. Erdoğan, İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) cemaatinin benimsediğine benzer yüksek dozda İslamcı fikirleri Türk kimliğine yeniden aşılamaya çalıştı. Aynı zamanda Türk İslam’ını, tüm Türkiyelilerin tek bir bayrağın gölgesinde toplanmasına imkân veren büyük bir şemsiye olarak tanıtılmasını haklı çıkarmak için alt kimliklerin ifade edilmesini de teşvik etti. Böylece toplam nüfusun yaklaşık %15’ini oluşturan Kürtler, daha önce kendilerine “dağ Türkleri” şeklinde dayatılan kimliği bırakma imkânı bularak, Türkiye’nin siyasi ve kültürel meselelerinde kendi adlarına daha büyük bir rol iddiasında bulundular.

Türk laikliğinin durumu ise alt üst oldu. 1923 yılında devlet, Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden camileri kontrol ediyordu. Bugün devlet ile camiyi ayıran çizgi zaman zaman bulanıklaşıyor.  

Avrupa’ya katılma meselesine gelince… Türkiye bugün Avrupa ailesi içinde bir yer elde etme idealinin her zamankinden daha uzağında ilerliyor. Türkiye, Osmanlı yönetimi altında bile “Avrupa’nın hasta adamı” olarak tek başına olsa da kendisini bir Avrupalı güç olarak görüyordu. Bizzat Atatürk, kendisinin şiddetle reddettiği şovenist söyleme sahip Türk milliyetçisi akımların geri döndüğünü görse şoka uğrayabilir.  

Son olarak şurası muhakkak ki Atatürk, Türkiye’nin kamusal hayatının geniş kesimleri aracılığıyla yolsuzluğun yayılma boyutundan memnun olmazdı. Atatürk, otoriter yönetim tarzının hâlâ mevcut olmakla birlikte, bugün sürekli daralan nüfuzlu çevrelerin çıkarlarına hizmet etmek için suistimal edildiğini görebilirdi. Atatürk, Birleşik Krallık’taki iki partili sistemi taklit ederek iki parti kurdu: muğlak bir sosyal demokrat seçenek sunmak için Cumhuriyet Halk Partisi ve hafif İslami bir renkle muhafazakâr bir parti. Bu iki parti, kendilerine siyaset masasında bir yer bulmaya çalışan çeşitli çıkar gruplarını içeren geniş koalisyonlarda birleşti.

Soru şu: Önümüzdeki pazar günü Erdoğan kazansa Atatürk şaşırır mıydı? Sanmıyorum. Hele de Erdoğan, seçmenlerin yaklaşık yüzde 30’unu oluşturan sağlam bir destek tabanına sahipken ve kendisine oy vermeleri için diğer seçmen gruplarının kendilerini ya da desteklerini çekebilmişken.

2016’da iddia edilen darbe girişiminden bu yana Erdoğan, mümkün olduğu kadar potansiyel muhalefet üssünü ortadan kaldırarak Türkiye siyasetinde hâkimiyet kurmaya çalıştı.

Bu çerçevede Erdoğan, subaylar arasındaki üst düzey komutanları görevden aldı, Gülen’in İslamcı dernekler ve şirketler ağını dağıttı, 2 bin 745 hâkim ve savcıyı görevden aldı ve 36 bin öğretmen ile bin 755 üniversite öğretim üyesini erken emekliye ayırdı.

Daha da önemlisi Erdoğan, 45 günlük gazete, 25 haftalık gazete, 23 radyo kanalı, 16 televizyon kanalı ile 29 yayınevini kapatarak, kendi partisinin medya üzerindeki kontrolünü artırdı ve 50 bin pasaportu iptal ederek sahiplerinin ülkeyi terk etmesini yasakladı.

Atatürk’ün, kurduğu cumhuriyete 15 yıl boyunca başkanlık ettiğini belirtmekte fayda var. O dönemde Türkiye, Avrupa’yı kasıp kavuran ve İtalya’da Mussolini’nin yükselişine, Almanya’da ise Weimar Cumhuriyeti’nin çöküp Hitler’in yükselişine yol açan enflasyon tsunamisinden kurtulan az sayıda ülkeden biriydi.

Şurası kesin ki “Ata”, gördüklerinden memnun olmazdı. Yine de tek tesellisi, 100 yıl sonra ideolojik yelpazenin çeşitli yerlerinden önde gelen seçkinlerin onları bölmeye çalıştığı bir zamanda, Türklerin çoğunluğunun Atatürk’e hâlâ ülkenin saflarını birleştiren bir güç olarak bakması olurdu.