Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Devlet, meşruiyet ve şiddet

1990’lı yıllardan beri stratejik düşünürler, Max Weber’in (1864-1920), devletin meşruiyetini şiddeti tekelleştirme hakkına sahip olmakla ölçmesinin artık doğru olmadığını düşünüyor. Çünkü devlet içindeki diğer güçler, artık mevcut yetkililere ya da onların huzurunda, o yetkilileri kontrol altına alamadan ya da bastıramadan şiddet uyguluyor! Bundan, meşruiyet modellerini eleştiri veya genişletme yönünde yeniden okuyan bir başka araştırma çıkabilir. Weber, meşruiyetin üç şekli olduğunu söylüyor:

Birincisi, monarşik rejimler gibi, insanların mutabık kaldığı miras gelenekler ve âdetlere dayalı geleneksel modeldir. Gözlemciler, Birleşik Krallık Kralı III. Charles’ın taç giyme töreninde bu modelin ne kadar güçlü olduğunu hatırladı ve uğradıkları büyük değişime rağmen bu geleneklerin yaklaşık bin yıllık bir şekil ve içeriğe sahip olduğu sonucuna vardı.

İkincisi, karizmatik modeldir. Bunda geleneksel olmayan bir şekilde iktidara gelen ve düşmanlığa bir zafer elde ederek karşılık veren ya da hitabet yeteneği veya başarılarıyla halkın hayal gücünü büyüleyen mevcut bir liderin ‘meşruiyeti’ yenilenip güçlenir. Bununla birlikte seçkinci ya da halkçı ‘kabul’ bir tür meşruiyet sağlasa da çoğunlukla tekrarlanmamasına ya da bir zorbalığa dönüşebilmesine rağmen bu bir ‘model’ olarak kabul edilebilir mi?

Üçüncüsü, modern anayasal modeldir. Bu model, modern ve çağdaş küresel sistemde hüküm süren sistemler gibi, özgür seçimlerle ve meşru sayılmasını haklı kılan bir model olarak ona iyi bilinen ve üzerinde anlaşmaya varılan aleni bir süreklilik kazandıran yasal düzenlemelerle güçlenir ve sağlamlaşır.

Dolayısıyla birinci ve üçüncü modelde istikrar ve süreklilik için olmanın yanı sıra, ‘bu adı hak eden devletin, iktidardakilerin içeride korunma, dışarıya karşı da savunma ve egemenlik kurmada güçlü olabildikleri bir teşkilat olduğu’ kabulünde kendini gösteren meşruiyet gereklerini yerine getirmek adına şiddet tekelinin meşruiyeti haklı çıkardığını söylemek doğru olur. Bunun kökeni sanırım Thomas Hobbes’un şu sözüdür: Devlet, ‘herkesin herkesle savaşması’ olgusundan tek çıkış yoludur ve devletin meşruiyeti, insan toplumunun devamlılığı için şiddeti tekeline alma ya da engelleme hakkına dayanır.

O zaman, mevcut meşruiyete meydan okuyarak toplum içinde otoriter şiddet uygulayan ve mevcut yetkililerin ortadan kaldırmada başarısız olduğu bir grup ya da grupların ortaya çıktığı tabiri caizse bu ‘yeni model’ nereden geldi? Otoriter rejim düşünürleri bu türediyi, 20’nci yüzyıla ve İkinci Dünya Savaşı sonrasına dayandırıyor. Nitekim o dönemlerde Latin Amerika ve Afrika’da kurtuluş savaşları söylemleri yayıldı ve Soğuk Savaş atmosferinde iç şiddet olguları artarak iki zorba arasında bir çatışma modeline dönüştü. İki zorba arasındaki bu çatışmada taraflardan biri ya da her ikisi de destek veya teşvik yoluyla diğer gücün etkinlik bölgesine müdahale eder. Bununla birlikte devletin en önemli işlev ve özelliklerini ihlal eden bu uygulamalar, devletin modern modeli lehine gerilemiş veya azalmıştır. Özellikle de ABD ve onun rejimi, dünyanın genel durumu üzerinde ve uluslararası ilişkilerde üstünlük elde ettiğinde.

Son on yıllarda bazen mevcut bir otoriteye karşı direnmek, bazen ezilen bir azınlığın kendi kaderini tayin etme hakkını elde etmek, bazen de devletin yapmak zorunda olduğu ama yapmadığı ya da yapamadığı bir işi veya görevi yerine getirmek için şiddet kullanma hakkına sahip olduklarını iddia eden güçlerin çokluğu yüzünden genel küresel durumda kayda değer istisnalara tanık olundu. Devletler içindeki bu tür silahlı şiddet, çoğunlukla ve son on yıllarda Afrika’da ve Arap dünyasında varlık gösterdi. Bu durumun genelde, askerî darbelerin ya da olağandışı gelişmelerin yaşandığı ve devletin zayıflayıp ‘şiddet tekeli’ uygulamaktan âciz kaldığı ‘modele’ benzer hale geldiği rejimlerde görülmesi dikkate değer. Analistler şu olguya dikkat çekiyor: Devlet/Milisler, önce Somali’de ortaya çıktı, sonra yayıldı ve Soğuk Savaş esnasında ve sonrasında günümüze kadar devam etti.

Devleti ve işlevlerini yerle bir eden bu olgu karşısında ‘başarısız devlet’, ‘bölücü devlet’ ya da ‘meşruiyetini kaybeden otorite’ gibi terimler yaygınlaştı. Genelde mevcut otorite ile milisler arasında şiddet arttığında BM Güvenlik Konseyi toplanıp bir karar ya da kararlar alır ve şiddeti devlet lehine olacak şekilde bitirmek için 7. Bölüm kapsamında baskı uygular. Daha sonra bu uygulama, ateşkes için arabuluculuk yapmaya ve diyalog ve iç uzlaşma için çabalamaya dönüştü. Tüm bunlar olurken bazen dış müdahale, bazen de ülkenin bölünüp parçalanması ya da iç savaş koşullarının çoğalması hakkında uyarıların yer aldığı açıklamalar yapılmaya devam eder.

Merhum büyük tarihçi Eric Hobsbawm’ın meşhur bir sözü vardır: Uluslararası güvenliği temin etmekten sorumlu Güvenlik Konseyi, hadiselerin üçte ikisinde kendi içindeki büyük güçler arasında var olan çekişmeler sebebiyle karar alamaz veya sıkıntılı olan ülkelerde güvenlik ve istikrarı yeniden sağlamak için aldığı kararlarını uygulayamaz! Radikallere gelince; onlar da Güvenlik Konseyi ile onun kararlarını atlayıp bazı durumlarda şiddetten kurtulmak için bölünmeyi savunuyor. Bu fikrin, bazı Amerikalı siyasetçiler tarafından işgalden sonra Irak örneğinde benimsendiği söylendi. Bir başka grup, şiddeti devletteki aşırı merkezîleşmenin bir sonucu olarak görüyor ve bu yüzden federasyon ya da konfederasyon öneriyor. Üçüncü bir grup da pek çok örnekte bölünmeye ya da federasyona rağmen şiddeti durdurmada başarısız olunduğuna bakarak şimdiye kadar Suriye, Libya ve Yemen örneklerinde olduğu gibi devletin birliğini desteklemeye devam ediyor. Dördüncü bir grup daha var, ancak bu grup şüpheci ve bir alternatif de sunmuyor. Devletsiz veya onun çatısı altındaki milisler veya güçler, kendileriyle uzlaşılamaz, iktidar paylaşılamaz ve hatta iktidarı devralamaz (!) hale geldiler. Zira hayatları, şiddet uygulamaya dayalı ya da ekonomileri, bir şiddet ekonomisi. Afrika Sahel ülkelerinde on yıllardır gerek din gerek etnik kimlik veya özgürlük adına gerekse isimsiz ve başlıksız olarak yayılan milislerin durumu böyle!

Hâkim Batılı düşünceye göre devlet, şiddeti engellemek ve şiddete başvurmaya gerek bırakmayacak şekilde insanların hayatını iyileştirmek içindir. Bazı devletler insanların hayatını iyileştiremedi doğru, ama milisler de insanların hayatını iyileştirmedi, hatta bunu düşünmedi bile! İnsanların devlet şiddetinden korktuklarına dair bir kanaat vardı. Ancak Araplar arasında yıllardan beri hâkim olan şey şu: Devlet adına kargaşa ve milislerden yana duyulan korku.

Demem o ki kayıtsız şartsız, ille de devlet…