“Petrolü siyasallaştırmayalım!” Bu uyarıyı kaç defa duydunuz?
Bu ifade ilk olarak 19. yüzyılın sonunda, modern endüstriyel toplumda petrolün ana yağlayıcı olarak ortaya çıkmasıyla duyuldu.
Petrol endüstrisi, özel sektörden bir grup girişimci tarafından yeni bir proje olarak başlatılmış ve çok kısa bir sürede tüm büyük sanayileşmiş ülkelerin ilgisini çekmeyi başarmıştır.
20. yüzyılın başında, bu ülkelerin çoğu, devlete ait ulusal petrol şirketleri kurmuştur. Bu, petrol endüstrisine siyasi bir renk katarken, bu ülkeler petrolü siyasallaştırmama gerekliliğine de vurgu yapmaktaydılar. Bu arada hatırlatalım Ulusal bir petrol şirketine hala sahip olmayan tek ülke ABD’dir.
Başından beri, petrol tarihi başka bir konuyu içeriyor: Dünyadaki petrolün biteceği korkusu. Örneğin, 1930’larda İngiliz Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nca hazırlanan bir rapor, petrolün 20 yıl içerisinde “kıtlaşmış bir kaynak” haline gelebileceği konusunda uyarıda bulunuyordu.
Petrolün bitme korkusu Almanya’daki Nazi rejimini sarmıştı. Nazi Almanyası, Romanya petrol sahalarını ele geçirdikten sonra, Reich için Stalingrad felaketine yol açan bir operasyonla, Transkafkasya petrol sahalarının kontrolünü ele geçirmeye çalıştı.
1970 yılında, Avrupa’nın “en iyi beyinlerini” bir araya toplayan Club of Rome, 2000 yılına kadar dünyada petrolün biteceğini öne sürdü. O zamanlar küresel petrol tüketimi günde yaklaşık 46 milyon varil civarındaydı. 2023 yılında küresel petrol tüketiminin günde 100 milyon varile ulaşması bekleniyor.
1995’te dönemin Suudi Arabistan Petrol Bakanı Ali en-Naimi ile yaptığım bir röportajda, kendisi bana petrolün 30 yıl içinde azalan rezervler nedeniyle değil, alternatif enerji kaynaklarının gelişmesi nedeniyle revaçtaki konumunu kaybedebileceğini söyledi.
2018’de başkent Washington’daki George Town Üniversitesi’nden Patrick Deneen, “Why Liberalism Failed?” (Liberalizm Neden Başarısız Oldu?) adlı kitabında dünyanın petrolü tükenirken, Batılı liberal toplumların varoluşsal bir tehditle karşı karşıya kaldığını öne sürdü.
Bu bağlamdaki klişe düşüncelerden biri de, ideal petrol üreten ülkenin küçük bir nüfusa ve büyük petrol rezervlerine sahip olmasıydı.
Söylemeye gerek yok, bu iddiaların hiçbirinin doğru olduğu kanıtlanmadı. Petrol politik ya da en azından jeopolitikti ve hala da öyle.
Gerçek şu ki, dünyada petrol bitmiyor ve alternatif enerjiler, Deneen’in “post-liberal sistem” olarak tanımladığı bir düzenin üzerine inşa edilebileceği bir gerçeklikten ziyade bir vaat olmaya devam ediyor. Petrol üreten bir ülkenin nüfusu ile petrol ihracatı arasındaki denge de radikal bir değişime tanık oldu.
Örneğin, petrol ihraç etmeye 1908 yılında 9 milyonluk bir nüfusla başlayan İran, şimdi 90 milyonluk bir nüfusa sahip. Aynı şekilde Meksika, Endonezya, Venezuela ve Nijerya gibi diğer petrol üreten ülkelerin de nüfusları dörde katlandı. 2021’de ABD ve Rusya dünyanın en büyük petrol üreticileri oldu ve ikisi de demografik açıdan bir cüce sayılmaz. Aynı zamanda, petrolün uluslararası siyasetin bir aracı olarak kullanıldığı, birçok durumda açıkça görülmektedir.
Örneğin, 1951’de İran petrolünü kamulaştırmış ve petrolü sömüren İngiliz şirketine tazminat vermeyi reddetmiştir.
Bu da sonuçları 70 yıldır İranlıların uykularını kaçıran dört yıllık bir krizi ateşlemiştir.
Daha sonra 1973’teki “petrol şoku” ve peşinden Apartheid Güney Afrika’sını petrolden mahrum bırakarak dize getirme girişimleri ortaya çıkmıştır.
ABD Başkanı Donald Trump’ın İran petrol ticaretine uyguladığı yaptırımlar da İslam Cumhuriyeti’nin çılgın maceracı ruhunu bir nebze olsun dizginlemeyi başaran apaçık siyasi bir hamle idi.
Başkan Joe Biden’ın bu yaptırımları göz ardı etme ve İran’ın çoğunlukla Çin ve Hindistan’a ve “siyah pazara” mümkün olduğunca çok petrol satmasına izin vermesi de siyasi bir karardı.
Bu karar, Obama’nın Tahran ile yaptığı nükleer anlaşmayı canlandırmayı amaçlıyordu.
Petrolün en son siyasi silah olarak kullanılmasını, Batılı güçlerin Rusya’ya uyguladığı ambargoda görüyoruz.
Bu sefer de petrolün siyasallaştırılması, istenmeyen siyasi sonuçlara yol açtı.
Rusya, petrolünü Çin’e çok uygun bir fiyata satmak zorunda kalıyor ve bu, Çin ekonomisinin uzmanların bekledikleri durgunluktan kaçınmasına yardımcı oluyor.
Hindistan da bir yandan enerji maliyetlerini düşürerek ucuz Rus petrolünden yararlanıyor, bir yandan da aynı petrolün bir kısmını Avrupalılara reel piyasa fiyatları üzerinden satıyor.
1990’larda bir dönem, Sovyet İmparatorluğu’nun çökmesinin ardından Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu (WEF) katılımcıları, petrolü, “teneffüs ettiğimiz hava gibi bütün insanlığı ilgilendiren bir şey” olarak ele almaktan bahsediyorlardı.
Bu da politik bir konuşmaydı -ancak herhangi bir gerçeklik değeri taşımıyordu-.
Petrolü veya “yaklaşan sonu”nu siyasi nedenlerle kullanmaya yönelik en son girişim, yine teorisyen Deneen’den “Regime Change: Toward a Postliberal Future” (Düzen Değişimi: Postliberal Bir Geleceğe Doğru) başlıklı yeni kitabında geldi.
Yazar üstü kapalı bir şekilde, ucuz petrol olmadan liberal sistemlerin gelişemeyeceği, hatta varlığını sürdüremeyeceği şeklinde bir iddia ortaya atıyor. Buna göre Batı demokrasilerindeki yönetici elitler, özellikle de ABD’dekiler, ucuz petrol ve kendi başlarına çalışan yetenekli insanlar tarafından geliştirilen yeniliklerle elde edilen refah sayesinde ulusa hükmeden orta seviyeli bireylerden oluşmaktadır. Bu nedenle, hükümeti ve onun gücü sayesinde ülke ekonomisinin büyük bir bölümünü kontrol eden azınlık ile bu azınlığın hatalarının bedelini ödeyen çoğunluk arasında bir ayrım vardır.
Platon’dan bu yana azınlık grupla çoğunluk arasındaki ilişkiler meselesi siyasetin hararetli konularından biri olmuştur. Platon, filozofların, yani tanım gereği az sayıdaki insanın gücü elinde tuttuğu bir düzeni savunmuştur. Roma İmparatorluğu’ndaki siyasi düşünürler de aristokratların avam tabakaya hükmetmesi gerektiği iddiasıyla benzer bir argüman geliştirmişlerdir.
Leninizm’de, “öncü parti” tarafından temsil edilen proletarya, çoğunluğa önderlik eden azınlık gibi hareket eder. İran’daki mevcut sistemin ideolojisi olan Humeynizm’de, azınlık, daha çok Devrim Rehberi’nin şahsına bağlıdır. Bugünkü “Rehber” Ayetullah Ali Hamaney geçenlerde yaptığı bir konuşmada “sıradan insanların”, önemli konularda karar veremeyeceğini söyledi.
Deneen, bilgi ve hayal gücünden yoksun, istikrardan ve güçlü bir otoriteye güvenme duygusundan başka bir şey istemeyen “sıradan insanlara” önderlik etmesi için “aristoi” adını verdiği “benliğinin bilincinde olan yeni bir elit tabakanın yaratılmasını” öneriyor.
Bir başka deyişle, demokrasinin beraberinde getirdiği sıkıntılardan ve zorluklardan kurtarabilecek ve halkları için -özellikle petrol biterse- iyi yaşam standartları sağlayacak otoriter hükümetlere ihtiyacımız var.