Emir Tahiri
İranlı gazeteci-yazar
TT

Fransa’nın hastalığı nüksediyor

Fransa’nın modern tarihine bakarsak haziran ayının, insanların yaz tatili için hazırlandığı bir sakinlik dönemi olması gerekir. Protesto yürüyüşleri, isyan hareketleri ve hatta devrimler genelde baharda alevlenir. Bilhassa mayıs ayı, siyasi çekişmeler açısından en sıcak aydır. Haziran ayı girdiğinde ise üniversiteye giriş sınavlarının bitmiş, yıllık ödüllerin dağıtılmış ve meyve toplama sezonunun sona ermiş olduğunu görürüz. Dolayısıyla geçen hafta meydana gelen ve Paris’in banliyöleri ile Fransa’nın başka onlarca şehrinde bir kaos fırtınası estiren isyan hareketleri, büyük bir şok etkisi yaptı.

Birleşik Krallık gazetelerinin manşetlerinden biri, “İsyan hareketleri Fransa’yı sarsıyor” idi. Almanya’nın; belediye binaları, okullar, onlarca otobüs ve tramvay dahil olmak üzere 100’den fazla kamu binasının yakıldığına, yüzlerce aracın zarar gördüğüne ve sayısız dükkânın yağmalandığına tanık olunan olaylar için seçtiği açıklama ise “Müslüman gençlik, Paris’in banliyölerini kasıp kavuruyor!” oldu. Olaylar boyunca izlenen en dramatik sahne ise Marsilya’nın ikonik Alcazar Halk Kütüphanesi’nin tahrip edilmesiydi.

Peki, Fransa’da neler oluyor? Son günlerde şahit olduklarımız kesinlikle etnik temelli bir isyan hareketi değildi. Doğrusu, içinde fanatikler bulunmakla beraber Fransa, tüm Avrupa ülkeleri arasında en az ırkçı kabul edilen ülkedir. ABD’nin ‘görünür azınlığı’ için siyasi iktidar kurumlarında bir yan koltuğa müsaade etmesinden en az yarım asır önce Fransa parlamentosunun ve aynı şekilde kabinesinin Afrikalı ve Arap-Müslüman kökenli üyeler içermesi dikkat çekicidir.

Fransa on yıllar boyunca yazarlar, müzisyenler, insan hakları aktivistleri ve ırk ayrımcılığından rahatsızlık duyan siyah tenli ‘sıradan’ Amerikalı vatandaşlar için bir sığınak olageldi.

Geçen hafta alevlenen isyan hareketleri, polisin Cezayir asıllı 17 yaşında bir genci öldürmesiyle başlasa da bu cinayet, ırkçı güdülerle işlenmedi. Bizzat göstericilerin açıkladığına göre buradaki sorunun kaynağı ırkçı nefret değil, polis vahşetiydi. Öte yandan mağdur Nael Merzuki, Müslüman bir tabana mensup. Çılgınca sokağa dökülen bazı tahripkârlar da radikal İslamcı sloganlar attılar. Bununla beraber isyanı tutuşturan öfkenin temel sebebi, genel olarak ülke yönetimine yönelik derin hoşnutsuzluk duygusudur.

İsyan hareketi, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un yasal emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkarma kararına karşı yapılan ve aylarca süren protestoların beklenmedik bir uzantısı gibi oldu. Dikkat çekici bir şekilde karara itiraz edenlerin bir kısmı bile, bu reformun Ulusal Emekli Sandığı’nın iflasını önlemek için gerekli olduğunu dile getiriyor.

Derin öfke hali uyandıran şey, Cumhurbaşkanı’nın parlamentoda oyların çoğunu elde edemeyince aldığı kararın, parlamentoyu atlayan ve çok istisnai durumlarda kullanılmak üzere tasarlanmış bir mekanizmayı harekete geçirmesidir.

Aslında Fransa, hiçbir zaman temsilî demokrasi sistemine tam olarak ayak uyduramamış ve siyasi hayatını her zaman iki farklı alan üzerinden idare etmiştir: parlamento ve sokak. Ayrıca ülkenin siyasi kültüründe kurumsal siyasi düzeyde inşa faaliyeti lehine bir değişiklik yapmaya yetecek kadar uzun ömürlü siyasi partiler oluşturmayı da hiç başaramadı.

Fransızlar, parlamento ile sokak arasında, bariyerlerin dikilebildiği yerde, her iki alanı da aşabilen ve ilahi desteğe mazhar Bonaparte, Boulanger, Gambetta veya De Gaulle gibi bir adamın hayalini kurarlar.

Fransız devleti zamanla şu beş düzeyde faaliyet gösteren yüksek maliyetli bir canavara dönüştü: toplumsal, idari, bölgesel, merkezî ve Avrupa. Bilişim, bilgi ve teknoloji alanlarında hızlı değişimler yaşanırken, bu canavar genellikle sahadaki hadiselerin arkasında durur. Kısa bir süre öncesine kadar Fransa’nın Sovyet tarzında beş yıllık planlar hazırlayan bir planlama bakanlığı vardı ama bu planlar daha duyurulmadan zaman hızla geçer giderdi.

Devlet, en iyisinin bu olduğuna kanaat getirerek yakın bir zamanda çiftçileri en yeni ‘ulusal sorun’ olan iklim değişikliğiyle yüzleşmeye hazırlamak için onlara milyarlarca euro dağıtmaya karar verdi. Ancak parayı dağıtan bürokratlar çok geçmeden anladı ki çiftçiler, Olympos Tanrılarının cömertliğini beklemeden soruna çok çeşitli yollarla zaten uyum sağlamışlar.

Yaklaşık yarım yüzyıl önce Alain Peyrefitte, Fransız Hastalığı adlı çok satan kitabında Fransız sisteminde demokratik bir zayıflığın varlığından bahsetti.

De Gaulle’cü baron Peyrefitte, asi tabiatları nedeniyle demokratik olarak seçilmiş liderlerine isyan eden ve böylece gerekli reformları uygulamayı ya da General De Gaulle gibi iyi liderleri iktidarda tutmayı zorlaştıran vatandaşları suçladı.

Peyrefitte, demokrasinin, sorunları hazır kahveyi hazırlayıp servis eder gibi çözemeyeceğini açıkladı. Ona göre Fransız liderin, ulus adına gerçekleştirmesi takdir edilmiş büyük işleri başarması için zamana ihtiyacı var. Ama bu zaman, tam da vatandaşların liderlerine tanıyamayacakları zamandır.

Bugün böyle bir teklif, Macron’un cumhurbaşkanlığı için üçüncü dönemi kazanmaya çalıştığına dair söylentileri sonuç verdi. Bu, kanunen yasak, ancak anayasa referandumu düzenlemek ve şaibeli siyasi anlaşmalar imzalamak suretiyle gerçekleştirilebilir.

Bununla birlikte Fransa’nın pençesine düştüğü hastalığı bu hilelerle atlatması pek mümkün değil. Esasında Fransa son 50-60 yıl içerisinde devlet ile toplum arasındaki güç dengelerinde büyük bir değişime sahne oldu. Bugün Fransız toplumu çok daha eğitimli, özgüvenli, bilgili ve cüretkâr. Buna karşılık Fransız devleti ise daha maliyetli, kibirli ve yetersiz bir halde.

Fransızların devlet için kullandıkları tabirle ‘soğuk canavar’ bilgi üzerindeki tekelini kaybetti ve görünüşe bakılırsa toplumla yeni etkileşim yolları oluşturmaktan da aciz. Son ‘kargaşa’ ortaya koydu ki, sorunlar karşısında para pompalama siyaseti etkinlikten yoksun.

Bu arada, tutuşan banliyölerin, Fransız devletinin son 20 yıl boyunca buradaki koşulları ‘iyileştirmek’ için 30 milyar eurodan fazla yatırım yaptığı yerlerin ta kendisi olduğunu belirtmekte fayda var. Sonuç ise etnik ve/veya dinî arka planları, farklı şekillerde devlet yardımı almanın gerekçesi olarak görülen tam ‘destekli’ bir nesil oluşturulması oldu.

Gelgelelim insan nasıl sadece ekmekle yaşayamazsa, sadece yardımlarla da minnet ve itaat duygusu hissetmez.