Fransa’da 27 Haziran Salı günü polis kurşunuyla can veren 17 yaşındaki Nael’in ölümü ülkeyi ve sosyal barışı karıştırdı. Arap kökenli bir Fransız vatandaşı olan genç adamın vefatı sonrası ülkenin pek çok noktasında çıkan ayaklanmalar daha çok yağma ve talan görüntülerine şahit olmamıza yol açtı. Başrolde toplumun ötekileri, yani kentin çeperlerinde, banliyöde yaşayan ve göçmen ailelere mensup üçüncü kuşak olan gençler vardı. Ancak bu isyan dalgası da bir hafta gibi kısa bir süre içerisinde sönümlendi.
Ülke için bu ne ilk ne de bir son. Hatta sorunun yeni yeni kafasını uzattığını söyleyebiliriz. Fransa, bundan 18 sene önce, 2005’te de benzer bir banliyö isyanıyla karşı karşıya kalmıştı. Dönemin medyatik İçişleri Bakanı, daha sonra Cumhurbaşkanı olarak da görev yapacak olan, Nicolas Sarkozy’nin yaşanan bir olayın akabinde Clichy’yi ziyareti sırasında göçmen topluluklar için “ayaktakımı” ifadesini kullanması, fitili ateşlemişti. Sonrasında ülke, günler süren bir isyan dalgasının esiri olmuştu.
Aradan geçen 18 senede sosyolojik anlamda pek bir şey değişmedi. Banliyölere hapsolmuş Arap veya Afrika kökenli genç Fransız vatandaşları, güvencesizlikle örülü Frenk kapitalizminin dibinde debelenip duruyor. Ayrımcılığa hayatın her anında maruz kalıyor. Kendisini “öteki” olarak hissediyor.
Politik bir zaviyeden bakıldığındaysa sağdan esen rüzgarlarla kasırgaya dönüşen bir değişimden söz edebiliriz. Fransız toplumu son on senede giderek aşırı sağa kaydı. Herhangi bir seçimde aşırı sağcı Marine Le Pen’in ve partisi Ulusal Birlik’in birinci çıkması kimseyi şaşırtmıyor. Paramparça olmuş merkez sağ partiyi sert göçmen karşıtı isim Eric Ciotti yönetiyor. Her ikisinden de daha radikal bir sağ çizgiyi takip ederek, bulduğu ilk fırsatta Müslümanları şeytanlaştıran eski gazeteci yeni siyasetçi Eric Zemmour ise fikirlerini yaymak adına ana akım medyada kendisine yer bulmakta zorlanmıyor.
Yakıtını da toplumsal normların kabulünden alan siyasetin bu kadar sağcılaştığı ortamda banliyölere itilmiş göçmen kökenli kitleler kendilerini ifade edecekleri bir aktör bulmakta zorlanıyorlar. Bunda “beyaz Fransız’ın” ötekiyle temas kurabildiği merkez solun kayıplara karışması da büyük etken. Hal böyle olunca uzun yıllardır toplumsal anlamda kendisini köşeye sıkışmış hisseden göçmen kökenli Fransız vatandaşları, artık iyiden iyiye kimlik siyasetine dönüşen ana akım politik tasavvurda, altında kümelenebileceği merkez bulamıyor.
Fransa, çoğunluğunu Fransızca konuşan Kuzey ve Sahra altı Afrika ülkelerinden oluşturduğu, göçmenlerin entegrasyonu konusunda uzun yıllardır sıkıntı çeken bir ülke. Avrupa’nın pek çok ülkesi de benzer durumda.
Genç Nael’in ölümü basit bir polis cinayetinden öte bir anlam taşıyor. Nael’le birlikte Fransa’nın toplumsal ve siyasi düzeni de öldü. 17 yaşındaki göçmen kökenli gencin ölümüne neden olan polisin ailesi için 1 milyon avrodan fazla bir paranın toplandığını düşünürsek, vicdanların da toprağın altına gömüldüğünü söylemekte beis yok.