NATO’daki İsveç düğümü çözülür çözülmez Ankara yeniden ekonomi gündemine yöneldi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hafta başında Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’ı kapsayan geniş bir Körfez turuna çıktı. Ziyaretlerin tek bir amacı vardı. O da tepetaklak aşağıya giden mali durumun düzelterek ülkenin az da olsa belini doğrultabilmesi.
Ziyaretlerin akabinde çıkarılan bilançoya bakıldığında Ankara istediği finansmana ulaşmış gibi görünüyor. Riyad yönetimi ile savunma sanayii, enerji, savunma ve iletişim alanlarını kapsayan yatırım anlaşması; Doha ile ikili ilişkilerin 50’inci yılı anısına 100 belgenin imzalanması ve Abu Dabi ile 50,7 milyar dolarlık anlaşmalar serisi. Özellikle bahse konu son ortaklığın 8,5 milyar doları deprem için ihraç edilecek tahvillerden oluşuyor. Ayrıca Birleşik Arap Emirlikleri’nin Türkiye’nin ihracat bankası Türk Eximbank’a 3 milyar dolar aktarması bekleniyor.
Peki Ankara neden sıcak parayı Körfez’de arıyor?
Körfez ülkeleri gerçekten de serbest piyasanın likidite krizini çözebilecek kuvvette para hacmine sahip. Ancak diğer uluslararası kuruluşlardan farklı olarak aldığınız her “doların” bir karşılığını -doğal olarak- bekliyor. Bugüne kadar gerek Suudi Arabistan gerekse de Birleşik Arap Emirlikleri, “taahhütlerinin karşılanmaması” hasebiyle doğrudan yatırım yapmaktan vazgeçmişti. Burada bahse konu olan “taahhütler” sanılanın aksine “gizli anlaşmalar” değil.
Örneğin, Körfez sermayesi -Katar dahil- Türkiye’de medya alanında uzun süredir yatırım kovalıyor. Fakat ne hikmetse İletişim Başkanlığı veya Cumhurbaşkanlığı nezdinde ilgili satışlara veya lisanslamalara onay verilmiyor. Üstü kapalı bir denetim mekanizması işletiliyor kısacası. Hal böyle olunca sıcak paranın kaynağı basit ticari işlemlerin dahi tepeden onaya tabii olduğu bir sahada top oynamak istemiyor.
Körfez sermayesinin gündeme her geldiğinde sosyal medyada dolaşıma sokulan “gizli anlaşmalar” veya “gizli satışlar” meselesiyse aslında kapitalin doğal akışıyla ilişkili. Pek tabii her sermaye sahibi ya yüksek kar getirisi olan ya da müşterisi hazır olan alanlara yatırım yapmak ister. Dolayısıyla Riyad-Doha-Abu Dabi üçgeninin gözünün, son dönemlerin yükselen değeri, Türk savunma sanayiine göz dikmesi normal. Kim sahada rüştünü ispatlamış, Amerikan ve Rus silahlarının bir numaralı rakibi, Türk SİHA ve silahlarının sahibi olmak istemez ki?
Neticede Türkiye Türk lirasındaki değer kaybını Körfez sermayesinden gelecek döviz desteğiyle durdurma kararı aldı. Tam tersi bir yolda devam edip Uluslararası Para Fonu’ndan (IMF) kredi alma kararı verebilirdi. Bunun karşılığında geçmiş dönemlerden bildiğimiz “acı reçeteyle” karşı karşıya kalarak, birtakım yasal düzenlemeler yapması gerekirdi. Yargı bağımsızlığından bankacılık sektörüne, özel sektörün borçlarından Merkez Bankası’nın bağımsızlığına değin pek çok noktada hakiki düzenlemeleri hayata geçirmesi gerekirdi. Daha da önemlisi kamunun harcamalarının rasyonel bir şekilde IMF’e izahına ihtiyaç duyardı. Ankara bunun yerine Körfez’den gelecek dövizlere bel bağladı.
Kararın ne kadar doğru olduğunu zaman gösterecek. Ancak unutmamak gerekir ki Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’dan gelecek paranın büyüklüğünün bir anlamı yok. Esas mesele kaynağın nereye ve ne şekilde aktarıldığı.