Modernite, Araplar ve Müslümanları etkilemeye başladığı ilk andan itibaren, bazı Müslüman topluluklar tarafından din karşıtlığı olarak algılandığı için derin kaygılar uyandırdı ve tenkitlere maruz kalmaktan kendini kurtaramadı. Modernitenin din karşıtlığı olarak algılanması, onu ortaya koyanlara ve onun sanatsal, felsefi ve bilişsel ürünlerine derinliği olmayan bir yaklaşım sergilenmesine neden oldu. Modernitenin dinin yerine geçeği ya da onun yapısını bozacağı veya değerlerini tahrip edeceği var sayıldı. Modernite karşıtlığı gündelik vaaz ve konuşmaların dışına çıkarak laiklik, evrensel laiklik veya sosyal Darwinizm adı altında kavramsal ve felsefik bir boyuta taşındı. Modernitenin herkesin üzerinde ittifak ettiği bir tanımlaması yapılamadı.
Modernite esasında, 16. Yüzyıldan aydınlanma çağına, oradan Kopernik ve Galileo depremlerine, Fransız Devrimi'ne ve bilgi teorisindeki açılıma kadar geçen tüm Avrupa yolculuğunu kapsamaktadır. Modernite genel anlamda, insanın kendisini ve dünyayla olan ilişkilerini keşfetmeye yönelik dönüşümlerin ve çabaların hikâyesidir. İnsanın eşya karşısındaki konumu keşfetmesi, din anlayışı da dâhil olmak üzere her şeye karşıt bir pozisyon almasını gerektirmez. Ayrıca bu yolculuğu sadece hürriyet, kilisenin hegemonyasından kurtulma gibi argümanlara indirgemek de mümkün değildir, bilakis bu yolculuk daha kapsamlı ve daha geniştir.
Modernite ve din meselesini Hişam Cuayyit, “Stratejik gelişmeler ve bunların medya ve ulusal güvenlik üzerindeki etkileri” başlıklı bir seminerde yeniden gündeme getirdi. Seminer Tunus'taki Arap Birliği Merkezi tarafından 10 Mart'ta düzenlendi. “El-Arap” gazetesi Âmine Cibran’ın kaleminden bu seminerin özet bildirilerini yayımladı.
Cuayyit, 18. yüzyılda başlayan tüm modernite akımlarının, dini mirasa odaklandığını ifade etti. Cuayyit değerlendirmelerine şöyle devam etti: “18. yüzyıldaki modernistler, Hıristiyanlığın kurucu fikirlerini “İlahi olanı himaye” şeklinde ele aldılar. Uygulamaların ve politikaların gelişmesiyle beraber bu fikirler yeni biçimler almaya başladı, ancak dinle ilgili ilk kökeninden kopmadı.”
Cuayyit, kitaplarından birinde Fransız Devrimi'nin Hıristiyanlığın yeni bir şeklinden başka bir şey olmadığını, zira eşitlik ve insanlık gibi değerlerin Hıristiyanlığa ait fikirler olduğunu söyleyen İtalyan Marksist düşünür Antonio Gramsci’ye atıfta bulunur. Gramsci'ye göre, Fransız Devrimi bir Hıristiyan devrimi idi, fakat dini tarihle çatışmaya soktu. Cuayyit, "Din çatışmaya girmez, ancak siyaset çatışmalarda dini kullandı" der.
Paradoksal olarak, modernitenin -dönüşümleri ile beraber- insan bilimlerinin gelişimi ile sıkı bir bağı vardır. Sonradan post-modern bir proje niteliği kazanmaya başladı; bütünden parçalara, ana metinden ikincil yorumlara, ana gövdeden kenarlara, insandan gölgesine geçişler yaşanmaya başlandı. Nietzsche, Heidegger, hatta Leutard, Badeau, Foucault, Bart ve Deleuze'den beri 20.yüzyıldaki modernite eleştirmenleri tarafından Hıristiyanlığın düştüğü duruma düşmekle itham edildi.
Ayrıca Hıristiyanlığın idealizm gibi felsefik düşünceler içerdiğini ifade ettiler. Kant ve Hegel’in teorileri, Nietzsche'nin de yazdığı gibi, Hıristiyanlık üzerine yapılmış akılcı çeşitlemeler/varyasyon olarak kabul edildi. Foucault, felsefenin temel misyonunun "Hegel'in cenderesinden kaçmak" olduğuna inanır. "Söylem rejimi” de dâhil olmak üzere pek çok kavram ortaya atan Foucault özellikle klasik modernite söylemine kuşkuyla yaklaşmıştır.
Habermas’ın “Modernin Felsefî Söylemi” adlı kitabında belirttiği gibi, modernizm tamamlanması imkânsız bir projedir. İnsanın her seviyede yaşadığı köklü değişiklikler -eleştirmenlerin felsefeleri de dâhil olmak üzere- modernitenin kapsamı dışında değildir. Habermas şunları da dile getirmiştir: “Hegel, Kant'ın felsefesini, geçmişe dönük bir bakış açısı dışında, modernliğin açıklayıcı metni ve kararlı bir analizi olarak yorumlayamadı. Sonuçta, bence bu eseri tam anlamıyla anlayamadı, zira Kant’ın görüşleri kendi döneminin en iyi okuması olarak değerlendirilir.
Kant, farklılıkları ayrılık olarak görmedi. Farklılıkları sadece aklı ve kültürel çeşitliliği genel anlamda farklı partiküllere ayıran bir olgu olarak gördü. Bu nedenle Kant, benlik ilkesinin dayattığı bölünmelerin ortaya çıkarttığı ihtiyaçları görmezden geldi. Ancak şu da var ki, Modernite kendisini tarihi bir an olarak algıladığı ve örneklik teşkil eden dönemlerin önemsenmemesinden dolayı ortaya çıkan tarihsel sorunun farkında olduğu sürece, bu ihtiyaç kendini felsefeye dayatır.“
2003 yılında, Hişam Cuayyit, modernite kavramını sorgulamaya başladı. Modernite gerçekten tutarlı bir bütün mü yoksa bilim, kapitalist ekonomi, endüstri, siyasal örgütlenme gibi parçacıklara bölünmüş bir olgu mu? Zira insanın gerçekliği aslında sahili olmayan bir deniz gibidir, içerisinde yüzlerce unsur barındırır. Zaman da tekdüze ilerlemez!
Fakat kendisi bu sorgulamaların ardından daha kapsamlı bir kavram ortaya koyar: “Modernite öncelikle önemine ve yenilenebilir olma özelliğine binaen doğa bilimlerini esas aldı. Bilim gayret gerektirir ve ihmale gelmez. Yüzyıllar süren yorucu çabaların ardından insanlığı dünyadaki hemen hemen her şeyi tanıma aşamasına ulaştıran en sağlam yoldur bilim.”
Başka bir deyişle, modernite alternatif bir ideoloji değildir ve bünyesinde insanlar için disipline edilmiş dini bir içerik taşımamaktadır. İnsanın eşyaları görme biçimini geliştirmek için başlattığı ve devam eden bir yolculuktur. Bu da öğrenmede ısrarı ve yeni kavramların keşfini gerekli kılar. Bu yolculukta dogmatik görüşlere yer yoktur. Bu argümanlar, insanın bu evrene uyum sağlayabilmesinin en başarılı araçlarıdır.
TT
Modernite ve din meselesi: Hişam Cuayyit
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة