17 Nisan sonrasında yeni sistemin adı; yarı başkanlık, başkanlık derken başka ülkelere benzemeyen, "Erdoğan" üzerine kurulan şahsa özgü ucube bir sistem ortaya çıktı.
Yeni sisteme geçince, yönetimde istikrar sağlanacak, hızlı karar, hızlı icraat ile ekonomi uçacak, daha çok demokrasi olacaktı. Gele gele dolar kuru, enflasyon, işsizlik, bütçe açığı tavan yaptı. Demokrasi küçüldü. Ne söylenmişse üç yılda tam tersi yaşandı.
Sıkıntılardan, yolunda gitmeyen işlerden sorumlu olmayan ancak son 70 yılın en yetkili iktidarı, devleti yönetmede liyakatin değil, aile ve sadakat üzerine kurulmuş bir devlet yönetimi, 100 yıllık otoriter zihniyetin sözcülüğüne dönüşmüş Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ekibi var.
Bu dönemi benzeteceğimiz dönem 1920 ile 1950 arasıdır.
Yasama, yürütme yargının tek elde toplandığı; 1938'e kadar tek şef, 1950'ye kadar da ikinci şefin olduğu, dönemin tarihsel koşulları farklı olmasına rağmen, 30 yıllık döneme tıpa tıp benzeyen yönetim biçimi 17 Nisan referandumdan sonra inşa edildi. Hem de o dönemden ölümüne nefret edilmesine rağmen, gele gele o döneme benzeyiverdiler.
Bunun en önemli nedeni iki önemli tarihsel gelişim. Biri 17-25 Aralık, diğeri de 15 Temmuz darbe girişimi. Her iki girişim daha çok demokrasi, büyük toplumsal uzlaşma ile aşılabilecekken, daha otoriter ve içine kapanmacı, demokrasiden uzaklaşan, nefret ettikleri zihniyetle koalisyon kurarak ve ona benzeyerek eskiye benzeyevirdeler.
Ve bununla beraber eskinin ne kadar söylemi varsa benimsediler. Ekonomiden siyasete kadar işler yolunda gitmiyor, iktidar tehlikede mi; "Ülkeyi böldürtmeyiz, ezanı susturtmayız, bayrağı indirtmeyiz, Erdoğan'ı yedirtmeyiz, darbeye izin vermeyiz" tabi ki, "Eyyy CHP, eyyy Kılıçdaroğlu, ey batı ve işbirlikçileri..." de bu hamaseti besliyor.
Türkiye yoksullaşıyormuş, demokratik değerler, düşünce ve ifade özgürlüğü yok oluyormuş, siyasetin dili şiddete teslim olmuş kimin umurunda. Ne kadar kutuplaştırma, ne kadar ötekileştirme iktidarın o kadar kalıcı olacağını zannediyorlar.
Geçmişe baksalar görecekler. Kim bunları yapmışsa kaybetmiş. Ve 2002 yılında ve sonrasında o dili ve zihniyeti kullanmadıkları için kazandıklarını, 17 Nisan, 24 Haziran ve 31 Mart seçimlerini ise MHP ile koalisyon kurarak iktidarlarını koruduklarının farkında bile değiller.
Ve ilk seçimde kaybedeceklerini, 2002'deki sürecin tekrar edeceğini göremeyecek kadar toplumsal gerçeklikten uzaklaşmış durumdalar.
Ülkeyi zenginleştirdiler ve şimdi de yoksullaştırıyorlar
Kim ne söylerse söylesin. Hangi eleştiriyi yaparsa yapsın. Şunu kabul edelim. AK Parti, 18 yıllık iktidarında Cumhuriyet tarihinin en büyük zenginliğini yarattı.
Ne kadar karşı çıkarsanız çıkın, muhalefet ederseniz edin; belediyecilikte, birçok alanda çok ciddi zihniyet değişikliği yarattılar.
Ulaşım, sağlık, yoksullarla dayanışma ve engellilerle ilgili yapılamayan birçok şeyi başardılar. Demokrasi alanında 2015 yılına kadar ciddi gelişme kaydettiler. Merkezi devletin küçültülmesini, yerel iktidarın büyütülmesini savundular. Bununla ilgili ciddi adımlar attılar.
Devletin otoriter yapısının demokratikleşmesini; yasama, yürütme ve yargının güçler ayrılığını savundular. 80 yıl merkezin baskısı altında kalmış (ne kadar dışlanmış var ise) çevrenin, özgürlük alanlarının genişletilmesini, devletin otoriter gücü karşısında kamusal alandaki özgürlüklerin büyütülmesini, bireyin devlet karşısında demokratik haklarla güçlendirilmesine yönelik girişimlerde bulundular.
Yaptıklarıyla dünyanın takdirini kazandılar.
Aynı AK Parti, ülkeyi son birkaç yıldır yoksullaştırmakta ve yarattığı tüm değerlere de muhalefet ederek, savunduklarının tam tersi otoriter devlet zihniyetine teslim oldular. Dünün siyahları dışlanmışları bugünün beyazı, dünün beyazları da siyah oluverdiler.
Anlayacağınız çevre ve merkezin mücadelesi yer değiştirdi. 50 yıllık bir gelenek merkeze yerleşince, savunduğu tüm değerleri inkar ederek, devletin otoriter zihniyetine teslim oldu.
Ve son dört yıldır AK Parti aslını inkar ederek, diyalektiğin temel yasasını; inkarın inkarını gerçekleştiriyor.
Her varlık doğuyor, olgunlaşıyor, yaşlanıyor ve ölüyor. Ve başka bişeye dönüşüyor. Diyalektiğin yasası işlemeye devam ediyor. Her olgu eninde sonunda birbirinin zıddına dönüşüyor.
Her yeni sonlanın içinden çıkıyor ve hayat böyle devam ediyor.
Sakına enseyi karartamayın. Hayat böyle ilerliyor. Başka türlüsü mümkün olsaydı inanın zaten olurdu.
Dert etmeyin, bir dönemin sonuna geliyoruz. Aynen 1950'de otoriter dönemin sonu, sandıkta bir oy patlamasıyla yaşanmışsa aynısını yaşayacağız.
Ve Türkiye yapılacak ilk seçimden sonra, yeni bir demokratik süreçle tanışacak. Bu yapılamazsa, bugünleri mumla arayacağımız bir sürece gireceğimizi de tarihe not olarak düşmek isterim.
Yeni demokratik süreç olmaz mı diyorsunuz. O zaman, 31 Mart seçimlerinde İstanbul ve Ankara'ya, diğer büyükşehirlere ve tabi ki, 23 Haziran İstanbul seçimlerine birde AK Parti içerisinden çıkmış iki partiye; Gelecek ve Deva Partisi'ne yakından bakın.
Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu'nun iktidara ve Erdoğan'a yönelik açıklamasını iyi okuyun.
“İktidar gündem değiştirici söylemleri istismar ederek otoriter eğilimlerini meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Türkiye bir darbe tehlikesi ile karşı karşıya ise, birilerinin darbe yapma ihtimali, imkanı ile ilgili ciddi bir bilgi-duyum varsa Cumhurbaşkanı çıkıp bunu açıklamalıdır. Türkiye hâlâ darbelerin yapılabileceği bir ülke ise; bu darbeler iktidarın Twitter kampanyalarıyla, çocuksu mesajlarıyla sanal alemde değil ülkenin başkenti Ankara’da ciddi bir şekilde meselelere eğilerek, Cumhurbaşkanı 45 gündür gitmediği ülkenin başkentine ivedi olarak dönmesiyle engellenebilir."
Son söz: AK Parti kendisini inkar ederek içerisinden kendisini aşan yeni partilerin ortaya çıkmasına, aslını inkar ederek de Türkiye'nin yeni bugüne kadar gerçekleşmemiş büyük tarihsel uzlaşmanın ve yarım kalmış demokratikleşme sürecinin önünü açıyor.