Bir düşüncenin sahici zeminini kurabilmek onun epistemik sürekliliğini sağlayacak bir yöntemin varlığı ile ilişkilidir. Bu epistemik yapı üzerinden ontolojisini ve üzerine bina edilen teolojisini/kelamını kurmayı başarmak ve oradan bilgi yöntemini yenileme imkânı bulmaya bağlıdır. Son iki yüzyıldır maalesef bu sahici zemini kurma yerine bozma ameliyesine daha çok maruz kalıyoruz. Bu yüzden yeni bir silkinişe ve yeni bir dirilişe her günden daha fazla ihtiyaç hissediyoruz.
Yenileyici bir bakışı daha çok mevcut kültürel baskının ağırlığı altında kabullenip İslami düşünceyi başka düşüncenin epistemik kabulleri üzerinden yorumlamaya çalışmak, sahici bir zemini kurma değil, otantik yapısından uzaklaştırma çabası olarak değerlendirilmelidir. Çünkü ortaya çıkan sonuçlar sadece müslüman zihni ve eylemini değişime uğratmaktan başka seçenek bırakmıyor. İleri sürülen birçok bakış, modernliğin temel kabulleri üzerinden yorumlandığının bile farkındalığını kaybediyoruz. Bu yüzden yenileyici bir zemini kurmak şart olmuştur.
Yeni bir bakış, modern ve post modernliği aşan bir bakış ve bu bakışa dayalı bir dil olmalıdır. Yoksa mevcut zemin içinde eveleyip gevelemekten başka seçenek kalmıyor. Belki en önemlisi de bir müslüman olarak sahip olduğumuz temel ilkeleri, düşünmenin bizzat zemini kılmanın dilini kurmalıyız. Zor iş, ama başka seçenek de kalmadı...
Siyasal karakterin bu kadar öne çıkması ve siyasallığın ağırlığı üzerinden İslam tarihini yorumlama çabaları din ile sahici bir ilişki kurmanın yolunu tıkamayı başarıyor. Temel ilkeleri, modernliğin temel kabulleri üzerinden yorumlamaya başlandığı andan itibaren ise dinin doğasına müdahale imkânı doğuruyor ve böylece din araçsal hale dönüştürülerek yeni bir biçim kazanarak insanın fıtratına muhalif bir durum kazanıyor.
Bir şeyi yerli yerine koyabilmenin zemini etki tepki meselesinin dışında kalabilmeyi sağlayacak bir vizyona bağlıdır. Bu yüzden tepkisellik yerine inşa edici bir pozisyonu elde tutmayı başarmak lazım... Modern bakış, tepkisellik üzerine kuruludur. Kendini inşa ederken diğerlerini ötekileştirerek kendini var kıldığı için tepkiseldir. Bu tepkiselliği müslüman zihin de temel bir kabule dönüştürdüğü zaman ideolojik bir yapıya ulaşarak kendisi ile çelişik olmaya yönelmektedir. Bu çelişikliğin farkındalığı ise gittikçe zorlaşmaktadır. Çünkü kurtuluşun öncelikle kendisine matuf olması gerekirken, başkalarının kurtuluşunu önceleyerek kendisine yabancılaşmaktadır.
Klişe yargılar, bizi kendimizden uzaklaştıran bir olguya dönüşürler. Farkında olmadığımız sürece bizi esir alır ve yönlendirir. Bu yüzden klişe yargıların gerçekliği ile hesaplaşma yapmadan kendimiz olma ihtimalimiz çok zayıf olur. Bugün Müslümanların tartışma zeminlerine ve gündemlerine bakıldığı zaman bu klişe yargıların ne kadar kapsayıcı bir özellik kazandığı açıklık kazanır.
Meselelerimizi söylemler üzerinden değil bizzat metinler üzerinden konuşmaya başladığımız andan itibaren sorunu çözme adına önemli bir adım atılmış olur. Söylemin ayartıcı bir boyutu vardır. Tahrik edici ve kararlılık gösterisi bağlamında söylem, ötekileştirici bir unsura dönüşmektedir. Böylece söylemden metne, yani gündeme gelen kişilerin birincil kaynak olarak yazdıklarını ve söylediklerini dikkate aldığımızda sağlıklı ve sahici bir bağ kurma imkânı doğurur.
İslami bir düşüncenin doğru zeminde kendini kurması için son iki yüz yıllık İslamcılık (İslamlaşma ve Müslümanlığın gündeme gelme biçimini de hesaba katarak.) müktesebatı ile ve düşüncesi ile bir hesaplaşma yaşanması kaçınılmazdır. İslamcılık düşüncesi de tıpkı modernlik düşüncesi gibi geldi duvara tosladı. İleri sürdüğü bütün argümanlar kendi otantik yapısından çok şartlar karşısında kaldığı durumu/olguyu ifade eder.
İleri sürdüğü kavramların içeriklerine ve beklentilerine göre değerlendirildiği zaman müslüman zihni taşıması gereken yerden uzaklaştırdığı rahatlıkla söylenebilir. İslam ve İslam tarihi ayrımını yeterli düzeyde kavramsallaştırmadığı gibi hilafetin saltanata dönüşmesi üzerinden geliştirilen eleştirinin dayandığı sınırları dikkate aldığımız zaman gelinen noktada her kültürün kendi dini geleneğini oluşturabileceği tezidir. Bu noktaya ise evrensel kavramının izleğini dikkate alınarak ulaşıldığı da malumdur. Evrensel kavramının içeriğini dikkate aldığımız zaman dinin evrensel boyutu ve evrensel olmayan boyutu ayrımı aslında dinin ete kemiğe büründüğü vasatı devre dışı tutmak ve ona yeni bir vücut ihdas etmekle neticelendi. Geldiği noktanın ön görülemediği gün gibi aşikâr oldu.
Modernist İslami eğilimin geldiği zirve, Dekart'ın ‘düşünüyorum öyle ise varım’dan ‘vahiy her öznenin kendi kabiliyeti çerçevesindedir’, oldu. Böylece vahiy alan Peygamber sıradanlaştırılarak dini bir ruh ve cesedi sürekli değişen bir unsur olarak gördü. Bu durumun öznel modern bakıştan farkı ne ola ki? Özdeşlik üzerinden kurulan yapı dinin doğasını değişime uğratarak bambaşka bir durum oluşturdu.
Dinin ruh ve beden olarak kurumsallaştığı sünnet kavramının içeriğine yönelik eleştirel tutum, bedeni ruhundan soyundurarak yeni bir beden ihdas etti. Ruh yeni bedeni ile yabancılaşarak kurduğu ilişki yüzünden travmalar yaşamaya başladı ve bu travma durumu devam eden bir boyut olarak sürmektedir. Hadis kritiği bağlamında dile getirilenler, sünnet kavramının bütününe yönelik bir iddiaya dönüştürüldü. Yeni beden, kendi ruhunu inşa ederek müslüman ruhu fıtri/ ahlaki dönüşüme uğrattı. Bunu birçok örnek üzerinden ortaya koymak mümkündür. Faiz, yılbaşı kutlamaları, kadın erkek ilişkileri vesaire de gözlemleyebiliriz.
Evrensellik kavramının öznelliği aşmanın bir imkânı olarak devreye alındığı ve sorun çözme arayışına tekabül ettiğine dair bakış nettir. Evrensellik üzerinden tarihi olanın değişime açık yapısı üzerinden yeni bir tarihi oluştururken evrenselliğe dayanılması beraberinde tarihin varlık oluşturan ve ahlaki zemini güçlendiren ortak idrakin dışarıda tutulmasına imkân tanıdı. Özellikle emperyal bir vizyona ve modern vicdanın rahatlaması bağlamında evrensellik önemli bir işlev görmüştür. Kendi dışındakileri eğitmek ve kendine benzetmek için evrensel söylemi yeterli bir söylemdi. Fakat içeriklendirici unsurları devre dışı tutarak bunu İslami bir söyleme transfer etmenin getirdiği handikabı göremedi müslüman zihin. Bu transfer, İslami geleneğin otantik yapısı yerine modern kültürün kendi dayatmasına zemin oluşturdu. Bugün itibarı ile İslam nedir, sorusuna verilen cevapların farklılaşması, çoğullaşması ve birçok tartışma dışı kalmış unsurların bile tartışma zeminine taşınması meselenin neye taalluk ettiğini gösterir.
Meseleyi felsefi zeminde kabul ederek evrensel nedir sorusunun anlamsızlığı bugün daha açık bilinmektedir. Soyut değerler veya kabuller, ete kemiğe bürünmeden ne olduğuna dair sürekli bir şüpheyi beraberinde taşıyacağı açıktır. İslam ise Adem (as)dan Muhammet (sav)e kadar ortak değerlerin ve ortak bir vücudun varlığına delalet eder. Değişen şeyler ise o dönemin şartları ile bağlantılı olduğu görüşünü işaret eder. Ama bu evrensel bir değer değil, Müslümanların kendi kurtuluşları için sahip olmaları gereken bir tutumu işaret eder. Bir boyutu ile inanan her insanı bağlaması açısından doğru bir yaklaşım ama inkâr edenler açısından ise bir muamma olarak varlığını koruduğu söylenebilir. Bu yüzden evrensel kavramı, otoriter ve totaliter bir yapıyı da zorunlu kılar. İslami davetin kendi otantik karakterinde ise otoriter veya totaliter bir yapıya izin verilmez, buna dair örneklikler din olarak kabul görmemiştir. Bu açıdan da evrensel kavramının içerik ve sunumu itibarı ile müslüman zihin açısından pek makbul bir konumu bulunmadığı söylenebilir.
Kabaca söylemek istediğim şey şu: bugün İslami düşünce adına kullandığımız kavramların çoğunun İslami düşüncenin kendi tarihi seyri içinde pek anlamlı bulunmadığını bilmeliyiz. Öne çıkardığımız şeyin istikameti/niyetini hesaba katmadan kullanmaya başladığımız zaman bizi mevcut kültürel baskının bir aracına dönüştürdüğünü de artık biliyoruz. Bu yüzden daha dikkatli bir dil ve daha özenli bir kavramsal şema şart olmuştur.
Kendi gerçeklik zeminini kuramayan birinin hakikatten bahsetmesi hırsızın hırsızlığı eleştirmesi gibidir. Bütün ayrımlar, parçalar, tanımlar zihnidir. Gerçeklikte bir anlamı ile zihni... O zaman sahip olduğumuz bilgi, algı ve idrak bizi nasıl biri yapıyor sorusuna verdiğimiz cevap kadar kıymete haizdir...
Bugün başka bir gerçeklik zemininde varlığımızı idame ediyoruz. Müslüman kendisinin kurmadığı bir gerçeklik zemininde yaşadığı için o gerçekliğin dayattığı algılara teslim olmaktadır. Güçlü bir entelektüel zeminin yokluğu modernliğin temel kabullerini müslüman zihin açısından zorunlu bir kabule taşımaktadır. Bu da kendi gerçekliği yerine kendisini fesada taşıyan bir gerçekliğe mahkûm yaşamaya devam ederken vicdanını rahatlatmak için bu durumun meşruiyetini oluşturacak bir bakışın imkânlarını yoklamaktadır. Modernist veya post modernist yaklaşımlar bu arayışın varlığını göstermektedir.
Feminist yaklaşımlar kadar, özgürlük arayışları, demokratik yaklaşımlar ile bireysel hakların vurgu tonu bize neye dönüştüğümüzü göstermektedir. Güçlü bir entelektüel zemin ancak kendi epistemik yapısını ve onun tarihi sürekliliğini kavrayarak oluşturulabilir. Dikte edilen algılar yerine düşünce zeminini muhafaza ederek ruh ve beden ilişkisini yeniden düşünmekte fayda var. Aliya İzzetbegoviç gibi çağın önemli entelektüeli, Batı’yı beden, doğuyu ruh ve İslam’ı ise insan; ruh ve beden bütünlüğü olarak betimlemesi üzerine yeniden düşünmeyi başarmalıyız…
TT
İslami bir düşüncenin sahici zemini…
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة