Sam Mensa
TT

Bağdat Zirvesi ve bölgesel denklemde beklenen güçlü Arap taraf

Katı din adamı İbrahim Reisi'nin İran'da cumhurbaşkanlığına gelişiyle eşzamanlı olarak ve Washington'ın nükleer anlaşmaya dönüşünün yakın olduğuna işaret eden atmosfer çerçevesinde, eski ABD büyükelçileri James Jeffrey ve Dennis Ross’un Atlantic dergisinde “İran ile anlaşmak sorun değil, sorun İran’ın kendisi” başlıklı makaleleri yayınlandı. Reisi’nin cumhurbaşkanlığı, İran'da siyasi ve askeri kararların Dini Lider Ali Hamaney'in tekelinde olduğunu teyit ediyor. Tahran yönetimi nükleer anlaşmaya geri dönme ve azami oranda ABD yaptırımını kaldırma konusunda kararlı ve ısrarlı arzusuna paralel olarak İran'ın yayılması ve bölge ülkelerinin işlerine müdahalesi açısından bize daha fazlasını yaşayacağımızı haber veriyor.  
Büyükelçiler Jeffrey ve Ross’un makalesi, İran'ın ajandasına dair korkuları Amerikan merceğinden yansıtıyor ve salt endişe veya paranoyadan uzak Arap seslerin tercümanlığını yapıyor. İran'ın eylem kaydı ve tarihi mirası, Afgan sınırından Akdeniz'e uzanan bir genişleme projesine işaret etse de genel olarak Batı'nın ve özel olarak Washington'ın bu ajandaya dair görüşünün dar olduğunu ve risklerini nükleer dosyanın boyutlarına indirgediğini her zaman tekrarladım. Bu projeyi uygulamak için Tahran uzun vadeli bir strateji kullandı ve bunun en önemli unsuru da bölgede yerel bir milis ağının yoğun bir coğrafi yayılımını sağlamaktı. Bu sayede milislerin varlık gösterdiği ülkelerin sosyal dokularını sömürdü, etkili güçler dengesini tepetaklak etti ve hem jeopolitik hem de demografik haritalarını değiştirdi. Kısacası İran, 40 yıllık gayretli çalışmanın ardından dört Arap başkentine doğru genişledi ve siyasi, ekonomik ve güvenlik kararlarını kontrol eder oldu. Onları bir geçiş dönemine ve yönü bilinmeyen bir dönüşüm sürecine soktu. Arap Körfez ülkelerinin ve deniz yollarının güvenliğini, dolayısıyla enerji güvenliğini tehdit etti.
Diğer yandan Afrika ülkelerinin durumundan faydalanmak, onları bölgesel ve uluslararası düşmanlarına karşı savaş arenalarına dönüştürmek amacıyla uyuyan hücreler konuşlandırarak Kıta’nın derinliklerinde yayılmayı da hedefliyor. Bütün bunlar, bölge meselelerinde uzmanlıklarıyla tanınan iki Amerikan büyükelçisinin makalelerinin başlığının doğruluğunu teyit ediyor.
İran konusunda Amerikan ve Arap endişelerine gebe bu aşamada, 27 Haziran’da Bağdat’ta Ürdün Kralı İkinci Abdullah, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi ve Irak Başbakanı Mustafa el- Kazimi arasında bir zirve düzenlendi. Zirve, Irak'ı Arap toplumuna geri döndürmeyi, Kazimi'nin ülkesinin egemenliğini geri kazanmaya çabalayan politikalarını desteklemeyi amaçlayan yeni ve ciddi bir girişimdi. Ancak bu zirvenin, bunun ötesine geçen boyutları da beraberinde getirmesi umuluyor. Bu boyutlar, bölgenin ulaşmış olduğu parçalanmanın, alevlerin ve herkesi tehdit eden çatışmaların yayılmasının, sadece Irak ve Maşrık’ta (Levant) değil, tüm bölgede dengeyi yeniden kurmayı amaçlayan vizyoner bir Arap eylemini gerektirdiğine işaret ediyor. Keza Yemen, Suriye, Lübnan ve hatta Gazze gibi Arap ülkelerini korkunç bir düşüşten uzaklaştırmayı, bölgenin sorunlarını kendisine kökten çözümler bulmak yerine yönetmeye çalışan bölgesel ve uluslararası güçlerin eline bırakma aşamasına son vermeyi de...
Bağdat Zirvesi’nin birden fazla göstergesi bulunuyor. Bunlardan ilki, Kahire'nin bölgede aktif bir rol oynaması için uzun bir bekleyişin ardından gelen dikkat çekici Mısır hareketliliği. Müslüman Kardeşler’in iktidarı ele geçirme kabusundan kurtulduktan sonra içerideki olağan sorunlarına, Sina'da terörle mücadele ve Etiyopya ile Nahda Barajı meseleleri gibi istisnai sorunlarına rağmen Mısır, Libya sınırlarındaki çatışmanın tehlikelerin ayrımına vardı ve sona erdirmek için arabulucu rolüyle müdahil oldu. Özellikle son savaştan, bunun sonucunda ortaya çıkan yıkımdan ve bölgesel siyasi yansımalardan sonra Gazze'de zor ama gerekli bir rolü yeniden üstlendi. Sınırlı da olsa Lübnan kriz hattına da girdi.
Ürdün ölçülü ve öngörülü bir ülke. Ürdün Kralı, İran'ın "Şii Hilali" projesini gerçekleştirmesine kapı açacağını belirterek Irak işgalinin yansımaları konusunda ilk uyarıda bulunan isimdi. Ürdün kısıtlı kaynaklarına, hassas konumuna ve ülke içinde karşı karşıya olduğu sorunlara rağmen birden fazla tarafı koruyacak bir Arap koalisyonunun çekirdeğini oluşturmanın öneminin farkında.
Bağdat Zirvesi’nde bir araya gelenlerin akıllarında ne olduğunu gerçek anlamda bilmiyoruz. Ancak bu koalisyon, bölgesel gelişmelerin, eski ve yeni İran rolleri açısından önümüzdeki günlerin taşıdıklarının teşvik ettiği bir Arap ittifakının başlangıcına dönüşebilirse bölgenin onlarca yıldır içinde sıkıştığı tünelden çıkışının da başlangıcı olabilir. Bu dönemin karakteristik özelliği sağlam ve birbirine kenetli bir Arap bölgesel sistemi pusulasının yokluğuydu.
Bu ittifakın başarısı üç unsura bağlı: Önce üyeleri, ikincisi amaçları, üçüncüsü de mekanizmaları.
Üyeler açısından durum şu: Körfez'in onayı, genel ve özel olarak Suudi Arabistan’ın aktif desteği olmadan böyle bir ittifakın başarılı olması mümkün değil. Çünkü Arap Körfez devletlerinin Ürdün, Mısır, belki de Fas ve Kazimi çabalarında başarılı olursa Irak ile angajmanı, ılımlı Arap ekseni ülkelerini, özellikle de İsrail ile ilişkilerini normalleştiren ülkeleri güçlendirir ve korur.
Hedeflere gelince… Özellikle de kısa ve orta vadeli olanlarına gelince; birincisi, Maşrık bölgesi ve Afrika’da kimlik değiştirme projelerine, azınlık ittifakı ve diğer girişimlere net bir yanıt olarak Arap dünyasına geri dönmek. İkincisi, Arap dünyasındaki ulus devletleri korumak ve onlardan ayrılan parçaları yutma girişimlerine karşı koymak. Üçüncüsü iç uyum, denkliğe ve uzun vadeli karşılıklı çıkarlara dayanan uluslararası ittifakların temelini oluşturduğu yeni bir bölgesel düzen oluşturmak. Dördüncüsü de belki bir Arap veya Arap-uluslararası Marshall Planı yoluyla bölge ülkelerinin ekonomilerini canlandırmaya çalışmak.
Mekanizmaların başında ise diplomasi var. Bu ittifak, ne askeri çözüm arayan bir savaş ekseni ne de sadece İran'ı hedef alıyor. Aksine durum, bu sefer arkasında tutarlı bir siyasi ve askeri gücün durduğu ve net özelliklere sahip bir diplomasiye bağlı.
İkincisi, İran'ın ve diğer tüm yayılımcı politikalara, özellikle Doğu'dan gelenlere ilk kez açık, koordineli ve tutarlı pozisyonlarla karşı koyabilmek için 1980’li yıllardaki İran-Irak Svaşı’ndan bugüne bölge ülkelerinin benimsediği politikaların “gri diplomasi” ve gri bölgeden çıkmasıdır. Gri bölgeden çıkmak, ittifakın özellikle ABD'ye yönelik dış ilişkilerini tanımlayan politika için de geçerli olmalı. Kastedilen, bu Arap ülkelerinin duruşlarını ve politikalarını Amerikalıları rahatlatacak şekilde belirlemeleri, özellikle Washington ile Moskova ve Pekin arasındaki bu çok hassas aşamada her anlaşmazlık veya görüş ayrılığında Rusya ve Çin kartını öne sürmeyi bırakmalarıdır.
Gri bölgeden çıkmak, Arap-İsrail çatışmasına yönelik pozisyonu da etkilemeli ve bu, Tel Aviv ile normalleşen ülkelerin başarılarının temel alınmasının ve İsrail ile Filistin arasındaki barış sürecini ilerletmek için kullanılmasının önünü açmalı.
Bu tür üyeler, vizyon ve mekanizmalarla, bu Arap ittifakını aşmak ve üzerinden atlamak zorlaşır. Arap ittifakı ABD, Rusya, Çin, keza bölgedeki sorunun özü, yani nükleer anlaşmayla birlikte veya onsuz İran karşısında zor ve güçlü bir tarafa dönüşür. O zaman uluslararası ve bölgesel taraflar hesaplarını gözden geçirecektir. Bu da bir bütün olarak bölge ile dengelerdeki bozukluk sonucu ele geçirilen ülkelerin dengelerinin yeniden sağlanmasına olanak tanıyacaktır. Suriye'nin İran egemenliğinden kurtarılması, Lübnan'ın egemenliğini geri kazanması çağrıları yerini bulacak, Husilerin aklı başına gelerek Yemen'i yerle bir eden boş savaştan çıkacaktır.