Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Pazarlık, taviz ve zafer

Dünyanın birçok ülkesinin -özellikle son otuz yılda- “ulusal uzlaşı” sorunuyla karşı karşıya olduğunu söylersem abartmış olmam. Bu süreyi vermemin sebebi, 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra dünyanın tanık olduğu “kimlik patlaması” olgusundan kaynaklanıyor. Bu olgunun nedenleri hakkında çok şey söylendi. Ancak oluşum sürecini -geçici olarak- ihmal edip parçalarına ve ayrıntılarına odaklanırsak bu olguyu takip eden dönüşümleri haber veren yeterli gerekçe bulabiliriz. Bir kısmı bugün bile bazı ülkelerde halen aktiftir.
Söz konusu olgunun en belirgin unsuru, küçük veya ikincil kimliklerin yükselişi ve çoğu durumda ulusal kimliğe yönelik rekabet içinde olmasıdır. Aynı zamanda bu dönüşümün, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ne bağlı çoğu ulusun bağımsızlığına yol açtığını ve daha sonra Asya'dan Avrupa'ya ve Afrika'ya kadar birçok ülkeye yayıldığını biliyoruz. Ayrıca Etiyopya'nın Tigray Bölgesi’ndeki isyan ve bundan kısa bir süre önce ABD'de siyahilerin yaşamlarına saygı gösterilmesini talep eden gösteriler -ki eski Başkan Donald Trump'ın yenilgisinde önemli bir faktördü- bunun modern örnekleri arasında yer alıyor.
Genel olarak söyleyebiliriz ki bu olgu Avrupa Kıtası’nda nispeten yumuşak bir yol kat ederken Asya ve Afrika toplumlarında sert ve bazen de çok şiddetli bir niteliğe bürünmüştür. Bunun muhtemelen temelde iki sebebi var. Birinci sebep politik. Nitekim alt kimlikler kendi aralarında birbirine karışmış ve tek boyutlu bir karşıtlıktan (etnik gibi) iki ya da çok boyutlu bir yapıya dönüşmüştür. Muhtemelen geçim, din, sınıf, ırk ve diğer faktörler de bununla iç içe geçmiştir. (Çin'in kuzeybatısındaki Uygur halkının ve Myanmar'ın batısındaki Rohingya halkının başına gelen budur.)
Diğer neden yapısaldır ve ulusal toplumun taraflarının müzakere ve pazarlık konusundaki başarısızlığı ile ilgilidir. Bilindiği üzere bu konuda önceden taviz vermeye hazırlıklı olunmaksızın başarılı olunamaz. Bu yetersizliği yapısal olarak görüyorum. Çünkü bu, kültürel mirasın yanı sıra değer ve ahlaki sistemiyle bağlantılıdır. Bu durumda -bütünüyle bir kaybı beraberinde getirse bile- çatışma, iyi bilinen kazan-kazan denklemini netice veren pazarlığa öncelenir.
Arap dünyamızda (ve İslam ülkelerinin çoğunda) hâkim kültürün bu yönde olduğunu düşünüyorum. Bu kültür, bir yandan savaşı, şiddetli çatışmayı ve düşmanı yok etmeyi yüceltirken diğer taraftan müzakere ve ateşkesin değerini düşürür. Oysa müzakere ve ateşkes, kazanımları düşmanla paylaşmak ve beklenen kayıpları azaltmakla neticelenir.
İki Afrika ülkesinin deneyimini, pazarlık ve aşırılık arasındaki farkı gösteren örnekler olarak verebiliriz. Nitekim Güney Afrika Cumhuriyeti'nin deneyimi, Zimbabve Cumhuriyeti'nin hazin deneyiminin aksine gerçekten ilham vericidir. 1980'de Başkan Mugabe liderliğindeki Zimbabve Kurtuluş Cephesi bir zafer kazandı. Bu zaferin akabindeki ilk kararı, kendisinden önce ülkenin yönetimini tekelleştiren beyazların gücünü dağıtmak oldu. Bütün bunlar açlığı, korkuyu ve kargaşayı da beraberinde getirdi. Binlerce insan geçimini sağlamak için komşu ülkelere kaçtı. Güney Afrika'daki siyahi lider Nelson Mandela ise 1994’te beyazları yendikten sonra güç ve serveti onlarla paylaşmaya karar verdi. Güney Afrika bugün en güçlü Afrika yönetimi olmasının yan sıra uluslararası düzeyde de en zengin ve en saygın ülkelerdendir. İki komşu ülkenin deneyimi gösteriyor ki, birinin yarım zaferi diğerinin tam zaferinden daha büyük, daha insancıl ve tüm taraflar için daha faydalıdır.
Bu ve benzeri deneyimler bize ulusal uzlaşıyı sağlamlaştırmanın ilk adımının, tüm haklara sahip olsanız ve tüm güç sizde olsa bile uzlaşı, taviz ve pazarlığın değerini merkeze alarak güven inşa etmek olduğunu söylüyor.