Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

Demokrasi ve otoriterlik yarışı

ABD Başkanı Joseph Biden'ın davetiyle 9-10 Aralık tarihlerinde düzenlenecek "demokrasi" konferansı, belki de günümüz dünyasında demokrasi ile otoriterlik arasında yeni bir yarışın başlangıcı olacaktır. Demokrasi ve otoriterlik, tam anlamıyla bir Amerikan ayrımıdır. Çünkü dünya şu ya da bu sistemin saf bir biçimini alan ülkelere ayrılmamıştır. Daha ziyade bir çeşitlilik ve iki siyasi sistem biçimi arasında bir noktada durma hali vardır. Bu, her ülkenin kendi koşullarına, tarihine, siyasetine, devlet için nitelikleri ve yetenekleriyle orantılı bir model seçmeyi başarmış sosyal seçkinlere bağlı olan bir durumdur.
İşin garibi bu ayrımın, “ideolojinin sonu”nun birden fazla kez deklare edilmesinden sonra gelmesidir. Dünya o kadar karmaşık ve yapılanmış ki, tüm meseleleriyle ilgili bir bakış açısına sahip saf bir fikirler sisteminin, mevcut yönetim ve idare durumunu kavraması mümkün değil. Bu noktayı yakın zamanda netleştiren konu, teknoloji ve yönetişim sistemleri arasındaki ilişkinin son yıllar boyunca değişken olmayı sürdürmesidir. Bu yüzyılın başında, modern dijital teknolojiler ile sonuçlarından olan ve kitleleri “güçlendiren” sosyal medya hakkında çok konuşuldu. Sosyal medya sayesinde devlet içinde her birey kamusal meselelerde fikrini ifade edebilir oldu. İnsanlar, her konuda onları seferber eden ve tek bakış açısını ifade eden devlet medyasına artık ihtiyaç duymaz hale geldi. Sözde “Arap Baharı” kalabalıkları ve gösterileri gerçekleştiğinde, bunlar hızla Facebook’un merkezinden gelen ve orada çoğulculuk, çeşitlilik, barış ve hoşgörüden kana kana içen “demokratik” darbeler olarak kabul edildi. Bu darbelerin hepsi gerçek demokratik hak olarak gösterildi! Şaşırtıcı olan şu ki, tüm bu darbeler faşist İhvan kontrolüne ve iç savaşlara dönüştüğünde, yaşananların yeniden değerlendirilmemesiydi. Bilhassa İhvan’ın sandık başına gitmediği, partilerinin kayda değer bir programları olmadan siyasi arenada baş gösterdiği, ardından da rüzgara kapılıp gittikleri göz önüne alınırsa!
Tam tersi durum gerçekleştiğinde, yani sosyal medya öfkeli veya protestocu kitleler değil de tweetler atmaya düşkün eski ABD Başkanı Donald Trump’ın başını çektiği bireyler tarafından kullanıldığında, modern teknolojilerin otoriter liderlere nasıl yardımcı olduğu konuşulmaya başlandı. Çünkü bu liderler sosyal medya araçlarının hızla yayılması sonucunda elde ettikleri “popülizm” sayesinde seçilmişlerdi. Trump bunun tek örneği değildi. İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden ayrılması için yapılan oylamada Macaristan, Polonya, Hindistan, Ukrayna, Brezilya ve diğer düzinelerce ülkedeki seçimlerde de örnekleri görüldü. Teknolojik gelişme kimi zaman faşist, ırkçı, kimi zaman da Müslüman Kardeşler'in Gazze'yi Batı Şeria'dan ayırmayı, Mısır'da iktidarı ele geçirmeyi veya Tunus'ta çoğunluk elde etmeyi başardığı birçok İslam ülkesinde olduğu gibi dini yöntemler kullanan popülist fenomenlere olanak tanıdı. ABD seçimlerinin dürüstlüğü ilk kez sorgulanır oldu. ABD Başkanı’nın Kasım 2020'deki seçimleri kaybetmesi halinde Beyaz Saray'dan ayrılıp ayrılmayacağı sorusu gündeme geldi. ABD'de ilk kez silahlı grupların Amerikan eyaletlerindeki yasama meclislerini işgal etmesi, diğer karşıt grupların polisi işlerini yürütmek için gerekli fonlardan yoksun bırakma konusundaki ısrarlarını sürdürmeleri mümkün hale geldi. Tunus, Irak ve diğer ülkelerde devletin işini devam ettirmesi çok yorucu bir konuya, hükümetin kuruluşu da genellikle zorlu bir sürece dönüştü. Hükümet kurulduğunda da hemen güvenoyunu çekerek onu düşürme ya da her zaman farklı siyasi oluşumlar üretmeyen yeni (erken) seçimler düzenleme yolu izlendi. Nitekim İsrail’de siyasi güçler bütün bir yıl boyunca bir hükümet kuramadılar ve ancak dört seçimden sonra yönetim paylaşıldı. Ama siyasi savaş bitmedi.
Geçmişte teknolojinin rolünü kutlayan ve onu 21’inci yüzyılın ilk 10 yılında “demokratik” ülkelerin sayısındaki artışın destekleyicisi olarak gören siyasi araştırma merkezlerinin yayınladığı çalışmaların doğası değişti. Bu düşüncelerinden vazgeçerek kendisini dünya ülkeleri arasında çoğunluk olmasını istedikleri demokratik ülke sayısındaki düşüşün nedeni olarak görmeye başladılar. Bu noktada “demokrasi” konferansı ortaya çıkarak yeni bir yarışın kapısını aralıyor. Yeni bir yarış başlatıyor çünkü ne bölgesel bir çerçeveye ne bir değerler çerçevesine ne de şu ya da bu tür bir çıkara dayalı olarak düzenleniyor. O nihayetinde, eşitlik, hoşgörü ve adaletle ilgili genel değerleriyle liberalizmi, çoğunluk kuralına dayalı iktidar dönüşümüyle ilgili demokratik prosedürlerle birleştirmeye çalışan bir ideoloji etrafında dönen bir konferanstır. Bu denklemde eksik olan, öncelikle uygunluk, yeterlilik, ekonomik ve sosyal pazarda rekabet yoluyla başarılı olma yeteneğidir. İkincisi, dengeli sosyal ve etnik kurallara dayanmaktır, aksi takdirde “çoğunluk” aslında sayıca çok olanın “tiranlığının” bir ifadesine dönüşür. Böyle bir durum, tarihleri kendilerine dengesiz sosyal ve politik koşullar sunmuş olan dünyanın birçok ülkesinde mevcut değildir. Bu durumda ilerlemeyi sağlamanın başka yollarına başvurmak kaçınılmaz ki bu yollar bazen bir birey, bir parti, silahlı kuvvetler veya farklı gruplara nüfuz etmiş aydınlanmacı güçler gibi ilerleme için çekici bir ulusal hedefin varlığında somutlaşır.
Doğu ve Güneydoğu Asya deneyimi, birçok ilerleme biçimini ifade etti. Burada ilerleme, ulusal bir ittifakı ifade eden yeterli bir siyasi desteğe dayalıdır. Keza bir partinin gidip diğerinin gelmesi değil de geri kalmışlık halinden ilerleme haline geçiş şeklinde gerçekleşen bir değişimi hedefleyen ulusal bir projeyi de. Pek çok durumda, ilerlemenin itici gücü "siyasi destek" değil "teknokratik destek"ti. Aslında bu bölgedeki bazı ülkeler demokratik bir sisteme geçtiklerinde de gerçekte aynı siyasi ittifakı ve ulusal proje liderliğindeki desteğini korudular.
Demokrasi Konferansı’nda öne çıkan, asıl odak noktasının Çin'e düşman olan ve onu dünya ülkeleri tarafından kabul edilmeyen ilkeli ve ahlaki bir çerçeveye yerleştirebilecek bir ideolojik araç yaratmak olduğudur. Çin'in Batılı “demokratik” ülkelerde (ve onlar dışında daha fazla) büyük zorluklarla karşılaşan Batı modelinden farklı bir kalkınma modeli sunduğu gerçeğinin ötesine geçen bir ahlaki kuşatma girişimi olduğudur. Pekin'i çoğu zaman diktatörlük olarak nitelenen otoriterlik fikriyle sarmak, Çin'in büyük bir güç statüsüne ulaşmak için kaydettiği ilerlemeyi açıklamaz. Keza 1,4 milyarlık bir nüfusa, ABD büyüklüğünde bir yüzölçümüne, 33 eyalete ve özerk bölgeye, kendi kendini yöneten yerel yönetim bölgelerine bölünmüş bir ülkenin, otoriter bir rejimin ulaştığı düzeyde yönetilmesinin ve kaynaklarının seferber edilmesinin mümkün olmadığı gerçeğini de izah etmez. Yeni Çin karışımı, ABD'nin dünyaya sunduğu karışımdan farklıdır. Afganistan'da terörle mücadele de artık ABD'ye bağlı değil. Bunun yerine Afganistan'ın terörizme ev sahipliği yapmaması için Pakistan, Rusya ve İran ile iş birliği için çaba sarf ediyor. Terörizm dışındaki konularsa onun için önemli değil, Çin Kabil'de demokrasinin ne boyutta yaygın olduğuyla ilgilenmiyor. Stratejik hedefi bir devlet inşa etme süreciydi ve halen da öyle. Küresel aktivizmi “Bir Kuşak ve Bir Yol”a özgü bir kalkınma yönünde ilerliyor.