Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Dini yorumlamada ihtilaf olmasaydı, ilim de din de zayi olurdu

Daha önceki yazımda İslam hukukçularının da tıpkı aynı davada farklı karar veren hakimler gibi aynı meselede farklı görüşlere sahip olduğundan bahsetmiştim. Aynı durum, müfessirler, doğa bilimciler, mühendisler ve hatta insanoğlunun bildiği bütün ilimler için geçerlidir.
Tutumlardaki farklılıklar olmasaydı, tek taraflılık hâkim olacak ve insan toplumu arı toplumu gibi bir şeye dönüşecekti. Akıl ve içtihat farklılığını kabul etmeseydi, insanları tek bir yola zorlardık ve ilim ölürdü. Farlılık ve ihtilaf, ilim ağacının can suyudur.
Bu ilke din bilimleri için de geçerli midir?
Evet, tabi ki. Peki ama bu soru neden?
Sorunun ilk nedeni; tamamen bilimsel olanla kutsal olan arasındaki gözle görülür karışıklıktır. Bu, tarafsız bilimsel araştırmayı çok zorlaştırır. Bu nedenle reform ve yeni dini düşünce savunucuları, bilimsel araştırmalarda yeni yöntemler kullanmaya çalıştıklarında büyük zorluklarla karşılaşırlar. Bunlar, bilimin konu ve kanıtlarını tamamen teknik veya işlevsel açıdan ele alan, araştırma konusunun kutsal yönünü önemsemeyen yaklaşımlardır. Şer’i ilimlerin geç zamanda ortaya çıkmasının sebeplerinden biri de kutsalların çiğnenmesinden duyulan korkudur. Bu, gerçek bir korku olabileceği gibi bir yanılsamadan ibaret de olabilir.
İkinci sebebe gelince, insanların çoğunluğunun vaiz ve İslam hukukçularından duydukları ve fıkıh kitaplarında okuduklarının Hz. Peygamber veya ondan işitmiş olan sahabenin söylediklerinin aynı olduğuna inanmasıdır. İhtilaf söz konusu olduğunu bu, yalnızca açıklama ve yorumlama ile sınırlıdır. İhtilaf ister az olsun ister çok olsun asıl hükümle çelişmez. Bu elbette doğru değil.
Vaiz veya İslam hukukçusunun söylediği, kendi içtihadı veya başvurduğu merciinin içtihadıdır. Açıktır ki, her Kur'an ve hadis hafızı şer'i hükümden istidlalde (çıkarım) bulunamaz. İstidlal bu kadar kolay olsaydı, şer’i ilimlerde uzmanlara ihtiyacımız olmayacaktı. İsteyen herkesin ulaşabileceği, güvenilir nass kitapları, şerh ve tefsirleri ile yetinecektik.
Ancak çıkarımın metni ve açıklamalarını okumaktan farklı bir süreç olduğunu biliyoruz. Buradaki fark, bir mekanik bilimci ile kullanım kılavuzunu okumuş veya belki de motor bakım kursu almış biri arasındaki farka benzer. Birincisi, motorun çalışmasını ve içinde kullanılan teknikleri yöneten bilimsel kuralları iyi bilir. Dolayısıyla gerektiğinde motoru modifiye etmeye yetkilidir. İkincisine gelince, maksimum sınırı motoru temizlemek veya belki de bazı arızalarını onarmak, yani onu olduğu gibi korumaktır.
Peki... İslami ilim talebeleri, tekrar gözden geçirip insanların alışık olduklarından farklı yeni görüşler ileri sürmek yerine neden kendilerinden öncekilerin fıkhına güvenmiyorlar?
Cevap basit: İnsanların, resim yapmanın, matbaanın, yabancı ülkelere seyahat etmenin, coğrafya, felsefe, yabancı dil öğrenmenin ve bankalarla alışverişin yasak olduğu eski görüşlerde kaldıklarını bir düşünelim. İnsanlar ve dinlerinin hali nasıl olurdu?
Yeni içtihatlar olmasaydı, insanlar çok zor durumda kalırdı, hatta hayatın gerekleri için dinlerini terk edebilirdi. Bunlar, içtihadın, yani hâkim görüşlerin tenkidi ve alternatif arayışlarının, insanların dinlerinin gereklerini bu dünyanın gerekleriyle birleştirmesini sağlamanın tek yolu olduğunu gösteren basit örneklerdir.
Bu, insanların zorda kalmaması için hukuk söyleminin hayatın yeni gereklerine uyarlanması için sürekli olarak gözden geçirilmesinin gerekliliğini aklı başında herkesin bildiği gerçeğini yeterince açıklığa kavuşturuyor diye düşünüyorum. Temel ve sabite olduğuna inandığımız şeylerle ilgili olsa bile, ihtilaf ve farklılığı kabul etmemizi mecburi hale getiren de bu zorunluluktur.