Muhammed Ali Sekkaf
Yemenli yazar
TT

Yemen ve 2022'deki olası dönüşümler

Yemen’de yeni yıl içinde geçen yıldan farklı olarak meydana gelebilecek muhtemel değişimleri tahmin etmek güçtür. Yemen siyasi sahnesinin karmaşıklığı konusunda yabancı diplomatların çoğu neredeyse hemfikirdir. Cemal bin Ömer'den yeni İsveçli elçi Hans Grundberg’e kadar tüm Birlemiş Milletler (BM) Yemen Özel Elçileri bu diplomatlar arasındadır. Yemen'in coğrafyası, çevresi ve tarihi mirası, ülkedeki krizin karmaşıklığını açıklayabilir mi? Bu durumda şu soruyla karşılaşırız: Altmışlı yıllarda imamet rejiminin yıkılması ve cumhuriyetin ilanıyla, doksanlarda Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih'in savaşının yansımalarıyla birlikte kriz neden birkaç aydan fazla sürmedi? Oysa mevcut kriz birkaç ay sonra sekizinci yılına girmiş olacak.
Yemen'de daha önce meydana gelen tüm bu savaşları ve krizleri mevcut krizden farklı kılan bir husus var mı? Krizin tarafları selefleri gibi değiller. Artık yerel bir krizden ziyade bölgesel bir krizden ve hatta çeşitli bölgesel ve uluslararası çıkarların örtüştüğü uluslararası bir krizden söz ediyoruz. Bu kriz, tarafların sorunları çözüme kavuşturmaktan ziyade pazarlık etmeye çalıştığı satranç tahtasında çok önemli bir taş haline geldi. Daha kesin olmak gerekirse bu krizin çözümü, gerçek güvenceler olmaksızın Viyana'daki nükleer dosya müzakerelerinin başlamasıyla birlikte askıya alındı.
Yemen tarafı, geçmişte yaşadığı tüm krizler ve savaşlarda Husiler gibi iktidarı deviren bir milis gücü değil, aksine Birleşmiş Milletler'in uluslararası kabul görmüş üye devleti statüsüne sahipti.
2021'in sonunda gerçekleşen pek çok olay, 2022 yılında neler olacağını belirleyecektir. İran’ın Arap Yarımadası ve Arap Körfezi düzeyindeki emelleri bunlardan en önemlisidir. Öte taraftan, Yemen'deki varlığı, önemli bir etki merkezi haline gelme arzusunu gerçekleştirme politikasının unsurlarından biridir. Bunun da diğer bölgesel ve uluslararası dosyalara yansımaları vardır. İran Şahı’nı destekleyen ve ona Körfez bölgesinde bir polis rolü vermek isteyen Amerikan tutumları, İran’ın kendi emelleri için çalışmaya başladığını ve Batı çıkarlarına hizmet etmediğini hissettiği an değişti. Bu yüzden onun devrilmesine ve mollaların yönetime gelmesine destek oldu. İran’ın nükleer dosyası -ister barışçıl amaçlarla isterse caydırıcı bir silah amacıyla olsun- pazarlık için eline bir koz verdi. İran yalnızca bölgedeki taraflarla değil, ABD başta olmak üzere uluslararası güçlerle olan ilişkilerinde bu kozu kullandı.  
Eski ABD Başkanı Barack Obama'nın yönetimi sırasında kendisi ile “5+1” ülkeleri arasında bir nükleer anlaşma imzalandı. Garip olan, füze endüstrisi ve bölge ülkelerinin iç işlerine müdahale konularının anlaşmaya dahil edilmemesidir. Bölgesel kartların onun için uluslararası bir öneme sahip olduğuna şüphe yok. Husi hareketine yönelik devam eden desteği bunu açıkça gösteriyor. Çünkü onları destekler gibi görünürken, aslında jeostratejik ve jeopolitik hedefleri için milisleri kullanıyor. Kızıldeniz'de uluslararası seyrüsefer tehdidi, Husiler aracılığıyla güney Kızıldeniz'i, özellikle Babülmendep'i kontrol etmeye ve Hürmüz Boğazı’nda kıskaç oluşturmaya çalışması, sadece Batılı ülkelere yönelik değil tüm uluslararası topluma karşı elindeki önemli kozlardır.
İran’ın jeopolitik kozu, Suudi Arabistan Krallığı başta olmak üzere Arap Körfezi devletlerinin güçlerini tüketmeyi amaçlamaktadır. Nitekim Suudi Arabistan, politik ve ekonomik ağırlığıyla bölgedeki ülkelerin geri kalanından daha etkilidir ve aynı zamanda G20’deki tek Arap ülkesidir. Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nin (CSIS) yayınladığı yakın tarihli rapora göre, Husiler 2016-2021 yılları arasında Suudi Arabistan'a yönelik 4100’den fazla saldırı düzenledi. 2021'in ilk dokuz ayında bu saldırılar sıklaştı ve Husiler ayda ortalama 78 saldırı gerçekleştirdi. CSIS çalışanı ve Uluslararası Güvenlik Programı’nın önde gelen analistlerinden olan Seth Jones konuya ilişkin şu yorumda bulundu: “Husiler saldırılarını ağırlıklı olarak balistik füzeler, seyir füzeleri ve insansız hava araçlarıyla gerçekleştirdiler. Bu saldırılarda, genellikle sivil altyapıyı hedef aldılar.”
Öte yandan Suudi Arabistan liderliğindeki koalisyon, balistik depolama alanlarını, atölyeleri ve insansız hava araçlarını hedef alan saldırılar gerçekleştirdi. Ayrıca İran Devrim Muhafızları ve Lübnan Hizbullahı’nın gizli tesislerini de hedef aldı. Koalisyon, milislerin Sana havaalanını bir askeri kışlaya çevirdiğini ve sivilleri tehdit etmek için havaalanı tesislerini kullandığını açıkladı ve bu meyanda uyarılarda bulundu. Husilerin uyarılara yanıt vermemesi dolayısıyla havalimanı dokunulmazlığı kaldırıldı ve koalisyon tesislere yönelik saldırılar başlattı. Böylece koalisyon, vurmayı planladığı hedefleri önceden ilan ederek yeni bir strateji takip etmeye başladı ve milis gücünü diğer bölgelere dağıtmaya çalıştı.
Hiç şüphe yok ki bu tür operasyonlar, müzakere masasına oturmak istemeyen Husiler üzerinde baskı yapmak isteyen ABD tarafından memnuniyetle karşılandı. ABD, Husileri ‘çatışmaya son vermenin önünde engel olmakla’ ve Yemenliler ile Suudi Arabistan'a yönelik terör saldırılarını sürdürmekle suçladı. Ayrıca Husilerin bu eylemleriyle tüm dünyayı karşılarına aldıklarını ifade etti ve onların diplomasiye ilgi duymadıklarını, barış istemediklerini söyledi. ABD'nin Yemen Özel Temsilcisi Tim Lenderking, önemli bulduğum bir açıklamada, “ABD'nin, BM’de Husileri Yemen'deki suçlarından sorumlu tutacak projeleri desteklemekten geri durmayacağını” açıkladı ve “Yemen krizine siyasi çözüm sunma taahhüdünü” teyit etti.
Burada karşımıza şu soru çıkıyor: 2022 yılında söz konu seçeneklerden hangisi gerçekleşecek? ABD'nin, Husileri Yemen'deki suçlarından sorumlu tutacak bir projeyi desteklemesi mi, yoksa Yemen krizine siyasi bir çözüm sunması mı? İlk seçenekle ilgili olarak, Güvenlik Konseyi'nin beş üye devleti bu projeyi onaylayacaklar mı, yoksa böyle bir projeyi veto mu edecekler?