İlyas Harfuş
Lübnanlı gazeteci ve yazar
TT

Putin, Ukrayna ve ‘general kar’

Rus birliklerinin Ukrayna sınırlarına yığılmasından kaynaklanan anlaşmazlık, Washington ve NATO liderliğinin Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'i şu an ateş hattında olan ülkeyi işgal etmeye karşı uyarması nedeniyle arttı. Rusya ile Batı kampı arasındaki tehditlerin çıtası bu hafta daha da yükseldi. NATO İttifakının Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, dünyanın Avrupa'da yeni bir silahlı çatışma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söylemekten çekinmedi. Amerikalı diplomatlar da Putin'i çatışma ve diyaloga dönüş arasında seçim yapmaya çağırdı. Dünyayı neredeyse üçüncü bir dünya savaşının eşiğine getiren Küba Füze Krizi ile yapılan karşılaştırmalar tekrarlandı. Ukrayna ise olası bir Rus işgalinin olasılıklarıyla yüzleşmeye hazırlanıyor ve Moskova'ya, Napolyon'un kaderiyle karşı karşıya kalacağı uyarısında bulunuyor. Napolyon’un ordusu, 1812’de Rusya’ya karşı başlattığı askeri harekât sırasında dondurucu soğukluktaki Rus bölgelerinde "general kar" tarafından boğulmuş ve ülkesine başarısızlıkla dönmüştü. Tolstoy bu başarısızlığı en iyi romanlarından birinin (Savaş ve Barış) konusu yapmıştı. Çaykovski, Fransız milli marşını (La Marseillaise) hicveden bir kıtanın da yer aldığı başyapıtı "1812 Uvertürü"nde bunu kutlamıştı.
Dünya, Rusya ile Batı arasında, Soğuk Savaş sırasında bile tanık olmadığımız türden bir askeri çatışmanın eşiğinde olabilir mi? Putin'in sonuçlarını bildiği böyle bir çatışmayı göze alması mümkün mü? Sovyetler Birliği ihtişamlı günlerinde bile, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra üzerinde mutabakata varılan, bu birlik ve yörüngesinde dönen Doğu Avrupa ülkeleri içinde bulundukları zor koşullar sonucunda çökene kadar olduğu gibi kalan çatışma kurallarından sapmaya cesaret edemezken, Putin bugün buna cesaret edebilir mi?
Devlet Başkanı Vladimir Putin'in Batı ile Ukrayna'nın geleceği konusunda giriştiği mücadele bu ülkeyle sınırlı değil. Putin, Rusya'nın gücünün sınırlarını ve Batılı ülkelerin Ukrayna için savaşa girişmeye hazır olmadıklarını biliyor. Eğer böyle bir tepki göstermek isteselerdi, 2014'te Joe Biden’ın ABD’nin ikinci adamı konumunda olduğu dönemde, Moskova’nın Kırım’ı işgaline ve ilhakına karşı göstermeleri daha iyi olurdu. Putin'in bu gerilimle amaçladığı iki şey var. Birincisi, Rusya içine yönelik ve Rusya'nın çıkarlarını savunabilen ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle yıkıldığını düşündüğü ​​ihtişamını kendisine iade edebilen "Çar" imajını empoze etmeyi hedefliyor. İkincisi, Batı ülkelerine yönelik ve gayesi de NATO'nun Rusya sınırlarına doğru ilerlemesini engellemek için elindeki tüm şantaj olanaklarını kullanmak. Nitekim Rusya bu hafta içinde yapılan Brüksel toplantılarında bir talepte daha bulundu. 1997'den sonra ittifaka katılan eski Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinden NATO güçlerinin geri çekilmesini istedi. Putin bu talebiyle gözünü özellikle Rusya'nın en büyük ikinci şehri olan St. Petersburg'a sadece 200 kilometre uzaklıktaki üç Baltık ülkesine (Letonya, Litvanya ve Estonya) dikmiş oldu.
Her yılın son günlerinde düzenlediği yıllık basın toplantısında Ukrayna'nın geleceği ve stratejik konumu konusundaki Rus-Batı anlaşmazlığı meselesi Vladimir Putin'in açıkladığı pozisyonların önemli bir bölümünü oluşturdu. Putin, kendi deyimiyle “kapısına gelen” Batılı güçlerin saldırısına uğramış ve kendisini savunmaktan başka seçeneği kalmamış gibi görünmeye çalıştı ve şunu sordu: “Sizin (Amerikalıları kastediyor) sınırlarınıza gelip, örneğin Kanada ve Meksika'ya üsler kuran biz miyiz yoksa füzelerinizi ve üslerinizi getirip sınırlarımızın yakınlarına yerleştiren siz misiniz?”
Ama Putin bazı bariz soruları sormadı. Örneğin, Kanada veya Meksika kapılarını Rus rüzgarlarına açmayı düşünmezken komşuları neden Atlantik şemsiyesi altına sığınmayı tercih ediyorlar?
Putin'i endişelendiren ne füzeler ne de askeri üsler. Onu endişelendiren, Moskova'nın kontrolü altında olan ve kendi yolunu seçme fırsatı bulan ülkelerin istedikleri yönetim modelidir. Bu yönetim modelinin kapısında tekrarlanmasını ve (Putin tarafından halkını yönetmesi için seçilen Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç'i görevden almayı başaran) Ukrayna'yı Belarus, Gürcistan ve daha yakın zamanda Kazakistan gibi diğer ülkelerin takip etmesini istemiyor. Bu enfeksiyonun Rusya'nın içine de bulaşmasından korkuyor. Dediği gibi; "renkli devrimleri" sevmiyor ve müttefiklerini dikkatle ve Beşşar Esed, Ali Hamaney ve onlara benzeyenler gibi tek renkli seçiyor.
Putin, halkların egemenliklerini savunma ve kendi kaderlerini belirleme hakkını tanımayan bir okulun evladı. 1956'da Budapeşte'yi istila etmeyi ve 1968'in o kanlı baharında Prag'a ilerlemeyi, itaat kurallarından sapmayı düşünenleri disipline etmeye yönelik doğal bir eylem olarak gören o okulun çocuğu. Bu nedenle “anormal” bir ülke olarak gördüğü Ukrayna'nın kendisini yönetmek istediği cumhurbaşkanını seçmeyi düşünmesini veya “manevi babasının” muhalefetine rağmen NATO'ya katılmayı talep etmesini garip buluyor.
Bir zamanlar Moskova'nın egemenliği altında olan halkların özgürlüğü, Putin için bir endişe kaynağı. Çünkü bu halkların özgürlük haklarını kullandıklarında nereye yöneleceklerini biliyor.
1980'lerin başında, NATO genel sekreterliği yapan ve uzun bir süre bu görevde kalan (1971 ile 1984 arasında) Hollandalı diplomat Joseph Luns ile yaptığım bir konuşmayı hatırlıyorum. O zamanlar, Amerikan-Sovyet çatışması yoğundu. Ronald Reagan, Leonid Brejnev, Margaret Thatcher ve büyük ideolojik çatışmaların dönemiydi. Luns'a NATO'nun Moskova'nın Batı Avrupa'ya karşı oluşturulacak herhangi bir gerilime karşılık vermeyle ilgili hazırlıklarını sormuştum. Bana şöyle demişti:
“Biz temelde bir savunma ittifakıyız. Sovyetler Birliği herhangi bir saldırı gerçekleştirecek güce sahip değil. Zayıflık noktaları kendi içindedir ve onun çöküşüne de bunlar yol açacaktır.”
Bu konuşma, Sovyetler Birliği'nin ve onunla birlikte Doğu Bloku'nun diğer rejimlerinin çöküşünden tam 10 yıl önce yapıldı. Putin bu çöküş aşamasını yaşadı ve onu takip eden gelişmelerin acısını çekti. Ancak bu çöküşün sebeplerini kabul etmiyor. Sebeplere yönelip çözmeye çalışmak yerine Batı'yı suçlamaktan ve tarihi 1991 öncesine döndürmeye çalışmaktan başka önünde bir seçenek göremiyor.-