Abdurrahman Raşid
Suudi Arabistan’lı gazeteci. Şarku’l Avsat’ın eski genel yayın yönetmeni
TT

İran ile savaş… En yakın ihtimal

Bir gün Tahran kalkınmaya yönelen, halkına hizmet eden, askeri projesinden ve bölgeyi tehdit etmekten vazgeçen ve bizim için artık dost olan barışçıl bir ülkeye dönüşmeye ikna olabilir.
Ancak ne yazık ki bu ihtimal en uzak olanı. Gerçek bize şunu söylüyor; İran askeri olarak nükleer bir güç olmak üzere ve balistik cephaneliğini genişletip bölgesel yayılımını daha da artırıyor. Bu, daha fazla tehlikeli savaşa girmeyi planlayan bir ülkenin yapacağı bir şey.
Bu sebepten ve bununla birlikte başka sebeplerden ötürü, bölgede İran'la mecburen doğrudan bir savaşa gireceğimizi düşünüyorum. Bu zorlu gün için savunma odaklı düşünmemiz gerekiyor. Bu çıkarım kişisel bir izlenim değil, dünyanın önünde olup bitenlerin bir özetidir. İran'ın gördüğü zarara rağmen yaptırımlara sabrederek uranyum zenginleştirmeye devam etmesi ve dış askeri operasyonlarını sürdürmekte ısrar etmesi, ancak kendisiyle yapılacak askeri bir savaş ile son bulabilir. İran’ın askeri bir politika izlemesi, korkudan ya da kendisine dayatılan çatışmalardan kaynaklanmıyor. Daha çok bu net bir şekilde görülen projesinden kaynaklanıyor: Söylediği gibi ABD ve İsrail’le savaşmaktan ziyade ülkelerimize ve bölgelerimize hâkim olmak için güç kullanmak. İran’ın üç Arap ülkesinde savaşlar yürütüyor olması da bunun bir delili.
Savaşları sona erdirecek ve bölgede güvenliği yeniden sağlayacak şekilde İran’la siyasi bir çözüme gidileceğine ve kapsamlı bir barışta uzlaşılacağına dair her zaman bir umut var. Ancak bu pembe düşünce üzerine bahse girilmesi mümkün değil. İran’ın askeri programı ve devamlı yaptığı davranışları olup biteni gerçekçi bir şekilde okumamızı gerektiriyor.
Tahran rejiminin doğrudan bir askeri saldırı başlatma ihtimali nedir? Önceden böyle bir şey hiç olası değildi. Zira bölgedeki meselelerle ilgilenenlerin çoğu, Tahran'ın doğrudan çatışmalara girmeyeceğini ve vekilleri kullanmayı tercih ettiğini düşünüyordu. Kendisine sert bir ders olan Irak ile girdiği yıkıcı savaşın sona ermesinden bu yana İran’ın stratejisi bu. Bu düşünceden ötürü bölge ülkelerinin politikaları İran'ın vekilleriyle mücadele etmekle sınırlı kalıyordu.
İran'ın doğrudan kendi başına savaşa girmekten kaçınmasının sebeplerinden biri kendisini yok edebilecek bir süper gücün varlığından kaynaklanıyordu. Tabi bu, nükleer projesini geliştirmeden önce İsrail ile Körfez ülkeleri gibi ülkelerle karşı karşıya gelememesinden önceydi. Bence artık bu durum yaşanan değişimlerle birlikte tarihe karıştı. Zira İran’ın gücünün büyümesiyle birlikte büyük bölgesel emelleri de arttı. Nüfuzunu Akdeniz'de Tartus'tan Kızıldeniz'in güneyindeki Babu'l Mendeb'e kadar geniş bir alana nasıl yaymaya çalıştığını görüyoruz. Ne var ki, kaynaklarını dış siyasi ve askeri projelerine yatırması İran’ın ekonomisini çöküşün eşiğine getirdi ve ülke içinde rejime karşı durmak bilmeyen isyanların artmasına yol açtı. Bu başkaldırmalar, isyan eden güçlerle sınırlı kalmayıp Kum ve Tahran'daki rejimin derinliklerine sızdı. Bu yüzden rejim, halkıyla yaşadığı krizde dışarıda elde edeceği zaferin kendisi için tek kurtarıcı olduğunu düşünebilir. İç tehlike bugün İran'ın karşı karşıya olduğu en büyük varoluşsal tehdittir. İbrahim Reisi'nin cumhurbaşkanı olarak atanması rejimin öncelikleri arasında ekonomik reformdan ziyade sadece savaş olduğunu gösteriyor.
Tahran'da saldırganlık eğilimin arttığı bir dönemde, ne gelecek boşluğu doldurmak için karşıt bir askeri ittifak kurularak bölgede bu eğilime karşı yapılan bir şey ne de İran'ı savaş düşüncesinden vazgeçirecek politikalar görebiliyoruz. Konuşacaklarımız daha bitmedi.