Vitaly Naumkin
Rusya Bilimler Akademisi 'Oryantalizm Enstitüsü' Başkanı
TT

Yine tarihten: Nükleer ama savaş değil

Yazılarımda tarihe dönmeyi bırakmak üzereydim ama “Tarih bizi iki kere düşünmeye zorluyor başlıklı makalem yayınladıktan sonra birçok okuyucudan aldığım mesajlar bu konuya tekrar dönmeyi düşünmeme neden oldu. Bu makaleye olan ilginin, şu ya da bu şekilde, Batı medyasının Rusya'nın Ukrayna'ya yakın bir saldırı tehdidi hakkında kopardığı şamatayla ilgili olduğunun farkındayım. Dahası Ruslardan nefret eden, Kiev'i cömertçe ve sorumsuzca silahlandıran, onu askeri güç yardımıyla Donetsk ve Luhansk üzerinde kontrolünü dayatması için teşvik eden bazı politikacılar bile, nükleer bir savaş, daha doğrusu nükleer bir üçüncü dünya savaşı tehlikesi hakkında konuşmaya başladılar. Nükleer silahların hem Batı'da hem de Doğu'da herkes tarafından bilinen gerçeğini, yani  “Düğmeye ilk basan ikinci ölendir” gerçeğini unutmuşlar gibi nükleer savaştan bahseder oldular. Ünlü Amerikalı devlet adamı Walter Mondale, "Üçüncü Dünya Savaşı'ndan sonra gazi olmayacak" görüşünde haklıydı.
Tarihi derslere ilişkin yukarıda adı geçen makalede bahsettiğim döneme yani 1950'lerin sonlarında Soğuk Savaş'ın tavan yaptığı döneme geri dönelim. Yakın geçmişte, ABD veya Sovyetler Birliği, aralarındaki "soğuk" çatışmanın daha şiddetli hale gelmesinin bir sonucu olarak, "sıcak" bir savaşta nükleer silahları gerçekten kullanma olasılığını dışlamıyor gibi görünüyorlardı. Ancak, o dönemde bile, askeri politik-gerçekçilik ve insanlığın kaderine dair sorumluluk duygusu emin adımlarla ilerliyordu. Nitekim Sovyet liderliğinin Aralık 1959'da silahlı kuvvetlerin üst düzey komutanlarıyla yaptığı toplantı, nükleer silah kullanımının kaçınılmaz sonuçlarını net bir şekilde kavramış olduğunu ortaya koyuyor. Bu toplantıda, nükleer silah kullanımının "karşılıklı garantili imha" modeline yol açacağı düşüncesi üstün gelmişti. Tanınmış çağdaş bir Rus tarihçisinin -burada adını zikretmeyeceğiz- yazdığı gibi Sovyet liderliği, "belirli bir saatte" yapılacak bir nükleer saldırının büyülü gücüne inanmıyordu. Başka bir deyişle, Sovyet liderliği için hiçbir ani önleyici saldırının tüm düşman üslerini devre dışı bırakmayacağı, her durumda, düşmanın ezici bir misilleme darbesi indirmek için zamanı olacağı açıktı. Aynı zamanda, Sovyet lideri Nikita Kruşçev’de Amerikan liderliğinin de aynı şekilde düşündüğü kanaati hasıl olmuştu. Nitekim daha sonra anılarında ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles'ın "savaşın eşiğinde" kavramını ortaya attığını yazar. Moskova'da onun bu çizgiyi asla aşmayacağı biliniyordu, dolayısıyla o dönemde konuşmalar sadece "nükleer aldatma" politikası etrafında dönüyordu.
O dönemde Savunma Bakanı Rodion Malinovski, SSCB'ye yönelik güvenlik tehditlerini şu şekilde sınıflandırmıştı:
-İngiltere'de konuşlandırılan Amerikan orta menzilli TOR füzelerinin kullanılması tehdidi (o zamanlar Amerikalıların kıtalararası balistik füzeleri yoktu). Bu tehdide karşılık, Sovyet füzelerinin çok daha fazla sayıda ve daha büyük yıkıcı güçle kullanılması tehdidi bulunmaktadır.
- Hemen kalkışa hazır ABD stratejik bombardıman uçaklarının sayısı nispeten azdır ve bunların Sovyet radar sistemleri tarafından tespit edilmesi kolay, uçaksavar füze sistemleri tarafından düşürülmesi mümkündür.
- ABD kara kuvvetleri doğrudan bir tehdit oluşturmamaktadır.
Bu bağlamda, Sovyet Kara Kuvvetleri Komutanı Mareşal Andrey Greçko, Sovyet ordusunda kara kuvvetlerinin Sovyet tümenlerinin sayısının 150 olduğunu bunun, Sovyetler Birliği'ni çevreleyen tüm ülkelerden daha fazla sayıda olduğunu belirtmiştir.
Malinovski ve Greçko, Moskova'nın silahlı kuvvetlerini kullanmasına ilişkin modası geçmiş planın "SSCB'nin barışsever siyasetinin" misyonlarına uymadığı gibi devrimci bir sonuca varmışlardı. Ne var ki yukarıda sözü geçen Rus tarihçisinin işaret ettiği gibi, bu eski stratejiyi desteklemeye devam edenler ve Malinovski ile Greçko'nun bu fikirlerine karşı çıkanlar da vardı. Bunlar arasında, Hava Savunma Kuvvetleri Komutanı Mareşal Kirill Moskalenko da vardı. Eylül 1959'da Kruşçev'e yazan Moskalenko, her koşulda şu gerçekten hareket edilmesi gerektiğini vurguluyordu; “Düşmanı en az kayıpla ve hızlı bir şekilde etkisiz hale getirmek için ondan önce harekete geçmek, nükleer silah üslerine, ulaşım araçlarına, topraklarının derinliği boyunca kuvvetlerinin en önemli toplanma yerlerine, ana idari, ekonomik ve siyasi merkezlere ilk saldıran olmak.” Ancak strateji tartışmaları sırasında bu ikisinden farklı bir çizgi öne çıktı ve Sovyet liderliği tarafından kabul edildi. 4 Şubat 1960'ta Varşova Paktı Siyasi Danışma Komitesi'nin genişletilmiş toplantısında Kruşçev müttefiklere, “Polonya ve Macaristan'daki Sovyet güçlerini azaltmayı veya geri çekmeyi” düşünmeyi önerdi. Almanya'daki Sovyet birliklerinin sayısının azaltılması da planlanıyordu. Uzak Doğu'da Çin liderliği de Çin Halk Kurtuluş Ordusu birliklerini Kuzey Kore'den çekmeye hazırlanmaya başlamıştı.
Kruşçev'in askeri reformu hayata geçirilmeye başlandı ve bu bağlamda silahlı kuvvetlerin sayısı 3 milyon 600 binden 1 milyon 200 bin askere düşürüldü. Liderliğe yakın analistlerin daha sonra bildirdiği gibi bu adımın amacı, Sovyetler Birliği ile Avrupa'daki "Anglo-Amerikan bloğu" arasında bir "tampon yastık" oluşturma sürecini teknik olarak militarize etmekti. Birinci kademe kuvvetlerin büyük bir bölümünün Doğu Avrupa'dan çekilmesinin Amerikalıları da benzer adımları atmaya teşvik etmesi gerekiyordu. Sovyet kara kuvvetlerinin rolünün ağırlık merkezi, bölgesel, yerel çatışmalara ve stratejik caydırıcılık faaliyetlerine katılma görevlerine kaydı. Diğer yandan, Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Gorshkov’un, "Barış zamanında, Soğuk Savaş'ta Sovyet politikasının başlıca aracı" olarak nitelendirdiği Sovyet donanmasının rolünün büyümesi gerekiyordu. Bu, savunma amaçlı askeri doktrine önemli bir geçişti.
Ancak, 1960 Mayıs'ında Paris'te dört büyük gücün liderlerinin bir araya geleceği, aralarındaki tansiyonu düşürmeyi amaçlayan bir zirve planının başarısızlığa uğraması ve John F. Kennedy'nin ABD başkanı seçilmesinden sonra Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki çatışmada görülen keskin tırmanış, Sovyet liderinin bu önemli planlarının hayata geçmesini engellediler. Bilindiği gibi, ardından dünyayı savaşın eşiğine getiren Küba krizi geldi, daha sonra da Kruşçev, parti içindeki yoldaşlarının sert eleştirilerine maruz kalması üzerine tüm görevlerinden el çektirildi.
Çok uzak olmayan bu geçmişten alınan derslerin zamanımız için önemli olduğuna inanılıyor. Ne yazık ki, Amerikalı ortaklarımız arasında mantığın sesini dinlemeye istekli çok kişi yok. Belki de Avusturyalı yazar Artur Schnitzler, "Dünya tarihi, diplomatların doğru görüşe karşı bir komplosudur" derken haklıydı. Ama hayır, hala doğru fikirlerin savunucuları var. Örneğin, onunla iletişim kurmanın her zaman benim için bir zevk olduğu parlak Amerikalı diplomat, Washington’ın SSCB-Rusya (1987- 1991) eski büyükelçisi Dr. Jack Matlock gibi. Matlock birkaç gün önce, “Putin'in taleplerini kabul etmenin ABD'nin nesnel çıkarına olduğunu söylemek, bunu yapmanın kolay olduğu anlamına gelmez. Gerek Demokrat gerekse Cumhuriyetçi Partinin liderleri öyle bir Rus karşıtı duruş geliştirdiler ki (bu hikâye ayrı bir değerlendirme gerektiriyor) tehlikeli siyasi sularda yüzmek ve akılcı bir sonuca ulaşmak büyük bir siyasi beceri gerektirir oldu” diye yazmıştı. Ardından şunu eklemişti, “Kongre üyelerimiz belki nihayetinde artan iç sorunları alevlendirmek yerine onlarla başa çıkmaya başlayacaklar.”