Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Kolektif benlik ve sürü zihniyeti

Geçen haftaki yazımda değişimin ilk kutsalının “kolektif benliğe olan inancın güçlendirilmesi” olduğunu söylemiştim. Özetle bizler, toplum olarak bir rönesans gerçekleştirebilir ve farklı bir gelecek kurabiliriz. Arkadaşım Sami Huzai bu fikir karşısında şöyle bir endişesini dile getirdi: Böyle bir düşünce, sürü zihniyetini beraberinde getirebilir ve rönesans için gerekli olan bireysel ruhun kaybolmasına yol açabilir.
Huzai endişelenmekte haklıydı. Yenilenme hareketinin bir sınıfın veya grubun çıkarlarına hizmet eden popülist bir duruma dönüştüğüne ya da toplumun yüksek çıkarları ile kesin olarak uyumlu olduğunu söylemenin güç olduğu kişisel kanaatlerin boyunduruğuna girdiğine işaret eden pek çok deneyime sahibiz.
Elimizde Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'yı saran kaosu kısa sürede sona erdirmeyi başaran ve onu büyük bir güç ve disipline sahip, sanayi devletine dönüştüren Nazi deneyimi başta olmak üzere birçok örnek var. Almanların çoğunluğu, rönesans projesi ile Alman toplumu arasındaki bağlantıyı oluşturan “her şeyden önce Almanya” ana sloganına inanarak bu yenilenme projesine katıldı. Ancak biliyoruz ki bu proje, her türlü muhalif görüşün ortadan kaldırılması, resmî ideolojiye karşı çıkan her sesin bastırılması için bir gerekçeye dönüştü.
Toplumu, “İsrail’e karşı zafer ve kurtuluş” fikrinin arkasında toplamaya çalışan Nasırcı Mısır'da da yakın bir durumla karşılaştık. Mısır'ın ordunun hakimiyeti, fikir ve deneyim sahibi insanların geri çekilmesi veya dışlanması nedeniyle en yakın rakibinin çok gerisinde kaldığını biliyoruz. Lübnan'da, Hizbullah'ın etkisi altındaki bölgelerde buna benzer bir durum olduğunu işitiyoruz. Nitekim partinin sloganlarına, ideolojik ve siyasi temellerine aykırı hiçbir sese izin verilmiyor ve bütün bunlar, direniş kisvesi altında ve uluslararası komplo dedikleri şeyle yüzleşmek adına yapılıyor.
Albay Kaddafi döneminde bu düşüncenin Libya'daki uygulamasını kendi gözlerimle gördüm. Üniversite hocaları ve fikir sahipleri, yalnızca “Yeşil Kitap”taki sözleri ve ilham veren liderin hikayelerini ezbere bildiği için lise diplomasını zar zor almış kişilerin karşısında dehşet içinde titriyorlardı. Belki de bunlar iyi niyetle başlatılan projelerdi ve kitleler de hareketin -yanlış olsa bile- durgunluktan daha iyi olduğu inancıyla onu desteklediler. Fakat bu hareketler, hayatlarının aktörü ve yaratıcıları olan insanları figüranlara çeviren popülist hareketlere dönüştüler. Onlara düşen tek görev şefin/maestronun söylediklerini tekrarlamak oldu. Elbette bunun her yenilenme hareketinin kaderi olduğu varsayılmamalıdır. Nitekim yenilenme deneyimlerinin çoğunluğunun medeniyetler ürettiğine veya bu üretime katıldığına tanıklık eden bir insanlık tarihi var. Şayet bu deneyimler başarılı olmamış olsaydı, bugün teknolojik, hukuki ve insani olarak gelişmiş bir dünyada yaşıyor olmazdık.
Hindistan, Japonya, ABD ve diğerlerinin deneyimlerinde, aralarında pek çok farklılığa rağmen toplumun kolektif bir hareketi sentezleme yeteneğinin parlak örnekleri vardır. Ayrıca yükselen bir toplumun, kolektif benlik ile bireyin bağımsızlığına saygı arasında denge kurma yeteneğinin kanıtını da içermektedir.
Özetle, toplumsal ilerlemenin kamu özgürlükleri ve insan hakları soykırımına dönüşmesi uzak bir ihtimal değildir. Ancak bize bu ihtimalin varlığını bildiren insanlık deneyimi, aynı zamanda deneyimlerin çoğunun insan ve dünyası için mutlu sonuçları getirdiğini de göstermektedir. Söz konusu deneyimlerden çıkarabileceğimiz en belirgin husus, asıl amaç olan rönesans ile tiranlık gibi olası yan sonuçlar arasındaki sıralılıktır. Elbette bu sonucun ciddiyeti hafife alınmamalıdır. Ancak ikinci sırada yer aldığı gerçeğini de gözden kaçırmamalıyız. Bu nedenle beraberindeki muhtemel olumsuz ihtimallerden korkarak yenilenme projesinde tereddüt etmek doğru değildir.