Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Din ve Özgürlük

Din, en fazla tartışılan konulardan bir tanesi… ama şu noktada bir ayrım yapmak gerekiyor; inancı tartışmak ile dini tartışmak aslında faklı şeyler ancak bu iki konu sık sık birlikte ele alınıyor. Farklı görüşler olmakla birlikte, inancın daha bireysel ve aslında bir yaşam tarzı oluşturmayan, daha çok ruhani bir deneyim yönünün yoğun olmasına mukabil, din dediğimizde insanın bireysel hayatından sosyal hayatına kadar geniş bir alanda ona bir yaşam tarzı oluşturan bir olgudan bahsediyoruz. Ama belirtmeden de geçemeyeceğim; din ve hatta inanç konusunda bugüne kadar yapılmış tanımların neredeyse hepsi öznel, genel geçer ve herkesin kabul ettiği bir tanımdan bahsetmek de güç.
Dine dair tartışmalar da tek bir noktadan hareketle ya da tek bir merkezde yapılmıyor; örneğin geçtiğimiz yıllarda daha çok “ateizm-tanrının varlığı” üzerine yapılan tartışmalar yerine bugün daha çok “deizm-dinin/vahyin varlığı” üzerine tartışmalar yürütülüyor. Üstelik bu tartışmaların bir merkezi de yok, Batı Hristiyan dünyası da bu tartışmaların içinde İslam dünyası da…
Batı’da dinin (inanç demiyorum, din diyorum); Reform, Aydılanma, Modernizm, sekülerleşme süzgecinden geçirilip, dinin bireyin de toplumun da merkezinden silineceği çok vurgulandı. Hatta dinin, tanrının bu süreçten sonra hayatın içinden silineceği iddiası bir dogma halini aldı. Gelinen noktada tanrı inancı da, dinin varlığı da hayatın merkezinden silinmedi ama silindiğine dair inanç, yerleşik ve yaygın bir hal aldı.
Evet dinin etkisi azaldı, evet din sekülerleşti, biçim değiştirdi ama dinin hayattan silindiğini söylemek doğru değil. 1960’lardan itibaren tam aksi dini canlanma yaşandı. Pozitivistler ve Aydınlanma kutsayıcılarının yanlış hesapları sonrası karşılarına bu kez yeniden sadece din çıkmadı, pozitivist aydınlanmacı akla, onun otoriter yönüne, özgürlük karşıtlıklarına, aydınlanmanın bir tahakküm aracı olduğuna dair eleştiriler de çıktı.
Frankfurt Okulu-Eleştirel Okul’dan gelen eleştiriler, özellikle Horkheimer ve Adorno’nun, ideolojilerin, aydınlanmanın da en az din kadar dogmatik, eleştirilemez olduğuna dair eleştirileri, bireyin özgürlüğünü kısıtlayan  yönlerine yaptığı eleştiriler şüphesiz mesnetsiz değildi. Horkheimer, Adorno ve okulun eleştirileri, aydınlanmanın bireyi özgürleştirme vaadinin gerçekleşmediği, bireyi edilgen bir nesne haline getirilmesiyle bireyin özgürlüğünü kısıtlayan bir olguya dönüştüğü yönündeydi, ki haksız da değillerdi. Zira aydınlanmanın o dönem için dine yönelik eleştirileri, daha çok dinin bireyi baskı altında tuttuğu, özgürlüğü engellediği yönündeydi. Ama önerilen yöntem de bir başka baskı aracı oluşturmuştu.
Habermas’ın aydınlanmaya yönelik eleştirileri, Horkheimer ve Adorno’dan bir adım daha ileri gitti… “Habermas, 1960’lardan sonra dinin dünya üzerindeki artan etkisi ve siyasallaşması, köktenci hareketler, küreselleşme ve çoğulculuk gibi nedenlerle postseküler dönemde anayasal devletlerde görünür olan dinin konumunu inceledi. Dindar ve seküler vatandaşların anayasal devlette ve kamusal alanda birbirlerine karşı görevlerinin epistemik temelini sorguladı.”
Habermas’a göre, anayasal devlette mevcut olan kamusal alan, seküler vatandaşların anlayacağı dili ve uygulamaları öncelerken, dindar vatandaşların konumları seküler vatandaşlara göre ikinci planda kalmaktadır. Ona göre, “Dinin modernlik öncesine ait bir kalıntı olduğunu ve modernleşmeyle birlikte yok olacağını öngören bilinç, kamusal alandaki dini katkıları ciddiye alamamakta ve bir iş birliği içinde karşılıklı meşrulaştırma sürecinde bulunamamaktadır.” Tabi burada Habermas, tüm sorumluluğu devlete yüklememekte, seküler ve dindar vatandaşların da bu sürece katkıları olması gerektiğini savunmaktadır. Onun diğer vurgusu, dindarların katkılarının yadsınmaması üzerinedir.
Şimdi gelelim bizim muhite… İslam dünyası dışı için “İslam, bireyin özgürleşmesi önündeki bir engeldir ve Müslümanlar da hem dini tahakküm altındadır hem de bu tahakkümü dayatmaktadır; dayatmadılarsa bile dayatacaklardır.” Türkiye gibi asırlardır Müslümanların yaşadığı bir coğrafyada ise, yani içerde ise aydınlanma, laiklik, pozitivizm vurgusunun siyasetten eğitime her alanda dayatıldığı yerde ise, bu dayatmanın meşru ve gerekli olduğu, dini dayatmaya karşı böyle bir önlem alındığı vurgulanmaktaydı, hala vurgulanmakta. Sonuçta, döneme göre dindar vatandaş, laik siyaset ve öğreti karşısında etkisiz, edilgen bir hale getirilmek istendi. Anayasal laik devletin vaadi, her bireyin kimlik dahil her değerinin garanti altına alınacağı yönündeydi ancak uygulamada ise bunun tam aksi oldu ve dindar vatandaşlar daha az makul, yer yer daha “tehlikeli, kontrol edilmesi gereken varlıklar” olarak görülmekle birlikte, asimülasyonla “düzeltilmesi” gereken vatandaşlar olarak görüldü. Bu uygulamalar sırasındaki vurgu ise, din ve dindarın, özgürlük karşıtı, tahakküm aracı olarak dini kullananlar olduğu yönündeydi. Bu vurgu hala hükmünü sürdürüyor, uygulamada olmasa dahi düşünsel olarak bu böyle, yani anayasal laik devlet özgürlüğün teminatı olması gerekirken hem bunun tam aksi uygulamalara imza attı hem de kendi eylemlerini dine ve dindarlara mal etti. Oysa en az “din, dindar öneriler kadar anayasal laik devletin de bir baskı aracı olduğu” tecrübe edildi.
Şimdi tüm bunlardan hareketle laik anlayışın, aydınlanmadan beslenen sekülerleşmenin özgürlüğün teminatı olduğunu bağıra çağıra söylerken sadece ama sadece dinin baskıcı olduğunu söylemek mümkün mü? Elbette hayır! O halde, bu modası geçmiş ama üzerimize sinmiş küf kokusundan hala kurtulamadığımız tartışmada kalmak yerine, dindar olsun, seküler olsun vatandaşların hukuksal haklardan, değerlerinin korunmasına kadar birçok alanda, özgürlüğü de teminat altına alan bir anayasal devlet talep etmek gerekmez mi? Bu basit sorunun düşünülmemesi mümkün değil, dahası çözümü de imkansız değil ama on yıllardır aynı tartışmanın içerisinde kavga etmekten kafamızı kaldırıp asıl meseleye yönelemiyoruz. Niye? Çünkü anayasal devletin mevcut biçimiyle özgürlüğü teminat altına aldığı iddiasının gerçek olmadığı ile yüzleşilmek istenmiyor ve dahası baskı aracı olarak dini göstermenin geleneğini ve konfor alanını kimse terk etmek istenmiyor.
Evet, din bir baskı aracı olabilir ama bunun karşısında en azından bu coğrafyada anayasal devlet de bir baskı aracı olagelmiştir, baskı aracı olmak ya da özgürlüklerin karşısında olmak dine has bir mefhum değildir. Dolayısıyla, Habermas’a atıfla şöyle söylenebilir; laik anayasal devlet, seküler kesimler ve dindar kesimler karşılıklı olarak sadece kendilerini değil öteki dediklerini de kapsayacak, değerlerini kabul etmese de kabul edilir değerler olarak görecek bir anlayışa sahip olmadıkça dilediğiniz kadar bir diğerini özgürlük karşıtı olmakla itham edin. Ama bu itham kimseyi özgürleştirmeyecek, özgürleştirmeyeceği gibi, gerçeğe dayanmayan özgürlük vaatleri sonrası her kesim en azından güvenilir olmak bağlamında kaybetmekten kurtulamayacaktır. Lütfen, bir daha dinin baskı aracı olduğunu haykırırken, dinin karşısına koyduğunuz “panzehirin” de en az din kadar baskı aracı olduğunu hatırlayın, hatırlayın ki sürekli hatırlatılmak zorunda kalınmasın.