Hazım Sağıye
TT

İmkansıza yakın bir şey olarak Arap liberalizmi

“Arap liberalizmi” ve “Arap liberalleri” hakkındaki konuşmalar, verilen cevaplardan daha çok soruları gündeme getirir.
17. yüzyılda İngiliz John Locke'tan bu yana liberal bilinç, bireyin varlığı ve rolüyle ilişkilendirildi. Liberalizmin herhangi bir tanımındaki ilk madde, devlete karşı bireysel özgürlüğün kapsamının genişletilmesi idi. Arap dünyasında ise bireyciliğin henüz gerçekleşmekten uzak bir proje olduğunu söylediğimizde ortaya yeni bir şey koymuş olmuyoruz. Kimliklerin işgal ettiği alanın genişlemesine paralel olarak bu gerçekleşmenin önündeki zorluklar da artıyor.
Ancak, sorun bundan biraz daha karmaşık.
Liberal düşünce ortamında bizde olduğu gibi bireyciliğin zayıf olduğu yerlerde “topluluğu” bireyin yerine ikame etmeyi kabul edenler de var. Bu durumda, devlet pahasına bireyin değil, mezhepsel, etnik ve diğer grupların özgürlük kapsamını genişletmek gerekir.
Ne var ki bu ikame o kadar basit değildir. Bunun nedeni, varlık gerekçeleri kalıtsal ve irrasyonel olan grupların sadece bireylerden değil, çıkarların ve fikirlerin dengeleyici rol oynadığı siyasi ve ideolojik gruplardan da farklılık göstermesidir. Diğer bir deyişle, bu gruplar, kendi kendini olumlamaya yönelik tanımı gereği devlete karşı bir iddia olan, derin ve köklü eğilimlerinden ayrı olarak görülemezler. Aynı zamanda onları, diğer benzer ve rekabet halinde oldukları gruplarla da ayrı görmek doğru değildir. Bu durum, siyasi ve sosyal ilişkileri kalıcı bir şekilde iç çekişmenin sınırlarında tutar.
Fakat öte yandan, eğer bu topluluklar devletin onlar lehine zayıflatılmasının doğru olmayacağı kadar devletten daha tehlikeli ve nüfuz etmekte daha başarılıysa, bu topluluklardan kendilerini feshetmelerini, yani kendileri için gönüllü olarak seçtiklerinden başka bir şey olmalarını istemek kesinlikle liberal tavır olmayacaktır. Bu tür davranışlar, ne kadar modernleşme ya da ilerlemeyle bağlantılı olduğunu iddia ederse etsin, tam anlamıyla despotça olacaktır.
İki ufkun (gerek bireyselliğe gerekse topluluklara dayanan liberalizm ufuklarının) birlikte tıkanması durumunda, daha sonraki bir dönemde liberalizmin ortaya çıkmasına engel olmayan Avrupa’nın din savaşları tarihine başvurmanın bize pek bir faydası olmayacak. Zira bu savaşları, en azından John Locke'un İngiliz din savaşlarına yönelik derin düşüncelerini temellendirme deneyiminde ortaya çıkan, liberalizmin doğuşunun doğrudan bir nedeni yapan şey, dinler (Katolik ve Protestan) kılığına bürünmüş olsalar da, kesinlikle fikir ve çıkar savaşları olmalarıdır. Onları fikirlerin ve çıkarların geri plana itildiği, dar ve geniş akrabalık bağlarının öne çıktığı fanatizm savaşlarından niteliksel olarak ayıran şey de budur.
Bu nedenle, ara tip ülkelerin, yani Batı tipi ile üçüncü dünya ülkeleri arasında kalan ülkelerin, çoğu zaman kendi iç çatışmalarını aşma konusunda bocaladıklarını görürüz. Bu ülkelerde uzlaşının başarısı bir ihtiyat ve şüphe konusu olmaya devam eder. Bu, 1995'te Bosna’daki savaşı sona erdirmek için imzalanan Dayton Anlaşması veya 1998'de Kuzey İrlanda'daki ihtilafı sona erdirmek için varılan Hayırlı Cuma (Belfast) Anlaşması için de geçerlidir.
Bizim durumumuzda, herhangi bir liberal bilincin koşulu olarak uzun vadeli istikrarın sağlanması çok zor bir görev olmaya devam ediyor. Ülkelerimiz, bu konuda görmezden gelinemeyecek kadar gülünç veya daha büyük olasılıkla içler acısı örnekler sunuyor.
Bunun getirdiği içsel kırılganlığı ikisi de liberalizm sorununa ve onun gelişimine fayda sağlayamayacak iki faktör tamamlar:
Birincisi, dışarısı, fikirleri ve belki de politikaları ve bazen de doğrudan müdahale yoluyla, içerideki boşluğun yarattığı gediğin bir kısmını kapatır. Bu, liberallerin bir yabancı ve dış taraf olarak veya STK'ların planlarına ve basitleştirilmiş farkındalığına eklenmiş olarak tasvir edilmesine neden olacaktır.
İkincisi, her zaman özgürlük meselesini rehin almaya ve uzaklaştırmaya muktedir savaşların ve ölüm kalım davalarının rolüdür. Ne var ki bu bahsi geçen rolün büyütülmesinin bir nedenin de iç kırılganlık ve neden olduğu kusurlarla suç ortaklığından kaynaklandığı da biliniyor.
Diğer bir deyişle, bir liberalin bu sıfatı ile var olması imkânsızdır; zira ya kendisini yıldıran, ezen veya üzerinde otoritenin kontrolünden daha şiddetli gördüğü bir toplumsal kontrol uygulayan bir grup karşısında iktidara bağlanmalı ki o zaman da kendisine muhafazakâr bir duruş karıştırdığı için liberalliğine ihanet etmiş olur. Yahut da iktidara karşı bir gruba eklemlenmeli ki, bu durumda da yine kendisine popülist bir duruş karıştırdığı için liberalliğine ihanet etmiş kabul edilir. Teoriye gelince, en iyi ihtimalle referansını, Hannah Arendt'in radikal "konseyler" liberalizminden ziyade Raymond Aron'un "Soğuk Savaş Liberalizmi"nde bulur.
Hepimizin bildiği şeyi, liberalizmin toplumsal taşıyıcısı olan burjuvazinin zayıflığını eklediğimizde durum daha da kötüleşiyor. Bizde burjuvalık, ya iktidar platformu tarafından verilen resmi bir “atama” ya da tarihsel bir rol atfetmenin imkânsız olduğu bir “çanta ticareti” ile kazanılır. Yahut ister “vatan”, ister “düşman”, ister “değişim”in tanımında olsun, asgari düzeyde dahi herhangi bir ulusal mutabakatın yokluğundan doğar. Bu genel olarak, liberal olsun ya da olmasın herhangi bir ideolojinin ele alamayacağı bir ideoloji çağı öncesinde olduğumuzu kanıtlar. Tarihi karamsarlığın ve tünelin başının olmasa da sonunun kapalı olduğu hissinin kaynağı budur.
Orada işe yarayanın burada da yarayacağını söyleyen basit kozmolojik eğilim tarafından yönetilen argümana gelince, orada işe yarayanın burada yaramayabileceğini savunan sapientia (bilgelik) argümanına bir yanıt teşkil etmez. Birinci argümanda, “yeni-muhafazakârlar” ve Irak'taki deneyimlerinin hayaleti beliriyor. İkincisine ise Saddam Hüseyin’in imajı hâkim.
‘Orada’kinin ‘burada’ geçerli olmasının önünü açabilecek en büyük eksiklik, toplumlarımızı ideolojik (Avrupa) normalliğine yaklaşmaya zorlamak, yani fanatizme, tiranlığa ve her türlü kaderciliğe karşı uzun süreli bir mücadele ile demokrasiye ve liberalizme geçişin koşullarını oluşturmak olabilir.