İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

İngiltere, yeni bir "Hoşnutsuzluk Kışının" eşiğinde mi?

Dünya ülkelerinin koşulları, kaynakları, ittifaklarının gücü ve dayanıklılıkları değişkendir, ancak küresel sınır ötesi krizler kimseyi es geçmiyor.
Elbette bazı ülkeler diğerleri gibi, sıkıntı çekmeyebilir, ancak önümüzdeki birkaç ay boyunca dünyanın en zengin ülkelerinden bazılarını bile tehdit eden geçim krizinin işaretleri günün konusu haline geldi. Örneğin İngiltere'de olan bu; son 10 yılda birçok veri değişti.
Bu verilerin en öne çıkanları, orta ve uzun vadedeki tüm yansımalarıyla birlikte Avrupa Birliği’nden çıkış. Ardından Kovid-19 pandemisinin etkisi ve elbette birkaç aydan beridir de Ukrayna savaşı ve bunun Avrupa ile dünyadaki siyasi ve ekonomik yansımaları.
Bugün, iktidardaki Muhafazakar Parti'nin liderliği dolayısıyla başbakanlık için yarışan İngiltere Maliye Bakanı Rishi Sunak ve Dışişleri Bakanı Liz Truss, münazaralarda kendilerini gerçek bir meydan okumayla karşı karşıya buluyorlar.
Bir yandan, ideolojik öncelikleri Margaret Thatcher yıllarında (1979-1990) yeniden şekillendirilen partinin sağcı tabanını memnun etmeye gayret ediyorlar. Bu nedenle, her biri söz konusu tabanın izolasyon ve göçmenleri reddetme duygularını okşuyor, kamu sektörünün rolünü Thatcher öğretileri doğrultusunda azaltmak için elinden geleni yapıyor.
Öte yandan her biri, yönetim dümeninin başına geçtikten sonra -eğer kazanırsa- yandaşlarına verdiği sözlere saygı duyması, merkez ve soldaki rakip partilerin oluşturduğu alternatiflerle yüzleşmesi, fakat bunu sağın iktidarı elinde tutabilmesi için oylarını kazanması gereken kararsız seçmenlerin oylarını kaybetmeden yapması gerektiğinin ayrımında.
İngilizler, büyük ekonomik ve geçim krizleri ülkeyi sardığında, tarihi ün ve şanın büyük liderlere yardımcı olmayacağını çok iyi biliyorlar. Bunun için, İkinci Dünya Savaşı'nda Müttefiklerin tarihi zaferi kazandıkları yıl olan 1945 yazında düzenlenen ilk genel seçimde savaş kahramanı Winston Churchill'in yenilgisinden daha güçlü bir kanıt olamaz. O zaman, ulus muazzam insani, ekonomik ve kalkınma fedakarlıkları yapmıştı. Ancak bombalar sustuktan sonra, vatandaşın devletinden yiyecek, iş ve barınma sağlamaktan rehabilitasyon ve sağlık güvenliği ağına kadar hayatını yeniden inşa etmesini bekleme hakkı vardı. Gerçekten de önceliklerin değişmesiyle birlikte, gençlerini bu savaşa yakıt olarak sunan, yıllarca yoksunluk ve yıkıma tereddütsüz ve bıkmadan göğüs geren bu sabırlı ve cesur vatandaşa yatırım başladı.
Clement Attlee liderliğindeki İşçiler, talepleri yeniden belirlediler. Onların yönetimi altında, güvenceler devleti etkinleştirildi ve vatandaşa -sağlığına, eğitimine, kendisi için iş fırsatlarına, ailesi için iyi bir yaşama - yatırım yapıldı. Bu, ABD Başkanı Franklin Roosevelt'in yirmili yıllardaki Büyük Buhran felaketinden sonra Amerikalılara önerdiği New Deal’dan (1933 -1939) pek de farklı değildi.
İşçi Partisi iktidarı ile en önemli kaynakları arasında vergi gelirlerinin olduğu devletten sağlanan fonlarla vatandaşın sağlığını korumak amacıyla 1948 yılında “Ulusal Sağlık Hizmeti” kuruldu. Vergiler ödeme fedakarlığını ve kamu sektörünün oynadığı büyük rolü kabullenen bir toplumda sağlık düzeyinde gerçekleşenler, iki ana nedenden dolayı eğitim, istihdam ve işsizlik tazminatı düzeylerinde de elde edildi.
Birinci neden, vatandaş, savaş yıllarında (1939-1945) vergilerden daha acı verici şeylere sabretmişti. Dolayısıyla vergi gelirleri lehine harcandığı sürece, sosyal güvenlik ağı için ihtiyaç duyduğu "devlet müdahalesini" kabul etmekten çekinmedi.
İkinci neden, savaşın felaketleri ve acısı insanlara, “devletin” rolüne saygı duyan ve değer veren bir popüler kültüre dönüşen bir sosyal dayanışma ruhu aşıladığı için, devleti hayatlarına müdahale eden veya özgürlükleri için tehdit oluşturan bir taraf olarak görmemeye başladılar. Bu gerçek uzun zaman var oldu. Hatta Margaret Thatcher'ın onu yıkmak için önderlik ettiği "Sağ Devrim" gerçekleştiğinde bile, Attlee döneminin "miras"larından bazıları eleştiri ve kınama üstü kalmayı sürdürdüler.
Bugün bile radikal Muhafazakar liderler kurnazlık edip “Ulusal Sağlık Hizmeti”ni tamamen sona erdirmek için onu tüketmeye ve zayıflatmaya çalışırken, bu niyetlerini açıkça deklare etmeye cesaret edemiyorlar. Bunun yerine “reformlarının” (yani Ulusal Sağlık Hizmetini kaynaklardan yoksun bırakmanın) “hizmetin” etkinliğini artırmayı ve onu kronik durgunluk ve gevşeklikten kurtarmayı amaçladığını iddia ederek kamuoyunu yanılttıklarını görüyoruz.
Muhafazakar Parti liderliği için mücadele şu anda parti içi oyları kazanmak için yarışan iki "şahin" sağcı bakan arasında yaşanıyor. Ama - aynı zamanda - her biri, parti içi savaş sonuçlandıktan sonra önlerinde daha önemli ve tehlikeli bir savaşın, yani genel seçimlerin olduğunu biliyor. Bu noktada Muhafazakarlar, endişe verici kamuoyu yoklamalarının sonuçları ve ekonomik veriler değişmedikçe, en kötüsünü beklemeliler ve cezp ettikleri tabanı genişletmek için “dogmatizmlerinden” büyük tavizler vermeliler.
Genel seçimler, belirli bir partinin kalelerinde veya yandaşları düzeyinde değil, tüm İngiltere’de yapılıyor. Dolayısıyla Truss veya Sunak, pek çok kişinin partinin kamuoyu yoklamalarındaki kötü durumunu iyileştirmesini olasılık dışı bulduğu aşırı sloganları ve vaatleri azaltma gereğini anlıyorlar. Muhafazakarların Mayıs 1979'daki zaferinden önce İngiltere’nin, James Callaghan'ın İşçi Partisi hükümeti döneminde, 1978'in sonları ve 1979'un başlarında yaşadığı kışa benzer bir başka “Hoşnutsuzluk Kışı” yaşanması halinde, bu daha da gereklilik kazanacak.
Dün, bu yılın son aylarında yaşanması beklenen ciddi krizlerle ilgili, dikkat çekici bilgiler içeren bir haber okudum. Bu bilgilerin en önemlisi, İngiltere Merkez Bankası’nın, fiyatlardaki keskin artışı frenlemek amacıyla faiz oranını yüzde 1,25'ten yüzde 1,75'e yükseltmesi ve ülkenin bu yıl resesyona gireceği konusundaki uyarısıydı. Banka, 2022 yılının son üç ayında ekonomide bir daralma yaşanacağı ve bu daralmanın 2023 yılı sonuna kadar devam edeceği tahmininde de bulundu. Beklendiği gibi, Ukrayna savaşı sonucunda doğal gaz fiyatlarındaki artış nedenlerin başında geliyordu.
Burada, 2007 ve 2008'de dünyayı sarsan büyük finans krizi sırasında eski İşçi Partili İngiltere başbakanı Gordon Brown'ın bir pozisyonunu çok iyi hatırlıyorum. O sırada Brown, dünya liderlerini hükümetlerin bankaları ve küresel finans sistemini kurtarmaları için müdahale etmeye teşvik ederek "piyasa mekanizmalarının bu tür krizlerde tek başına ekonomiyi kurtaramayacağını" vurgulamıştı.
Bu, 2008 sonbaharında Nobel Ödülü sahibi bir Amerikalı ekonomiste başlığında “Gordon Brown Küresel Finans Sistemini Kurtardı mı?” sorusunu sorduğu bir makale yazdırmıştı. Amerikalı ekonomist soruya, Brown ve Hazine Bakanı Alistair Darling'in " küresel kurtarma çabasının doğasını tanımladıkları ve ardından dünyanın zengin uluslarını nefes nefese peşinde koşmaya bıraktıkları" yanıtını vermişti.