Son yirmi yılda, yani Bağdat’ta Saddam Hüseyin rejimi devrildiğinden bu yana Saddam sonrası Irak’ı, Humeyni rejiminin Tahran’da inşa ettiği imparatorluğun bir parçası olarak resmeden yeni bir söylem ortaya çıktı. Tahran’ın Beyrut’taki vekilleri, bu sözde imparatorluğa “direniş cephesi” diye atıfta bulunurken İran’ın muhalifleri de bunu, Suriye’nin hâlâ rejimin kontrolünde olan kısımlarını da içine alan “direniş ekseni” olarak tanımlıyor. Bununla birlikte İran’ın nispeten güçlü kontrolü altında kalan Lübnan bir yana bırakılırsa Suriye’deki Beşşar Esed rejiminin ve bir bütün Irak’ın İran’a tâbi topraklar olduğu düşüncesi, uzak ihtimal sayılabilir. Lübnan, daha geniş bölgesel sahnede ikincil bir oyuncu sayıldığı ve Suriye hâlâ beş parçaya bölünmüş ve “yönetilemeyen topraklar” olduğu için Irak tek başına sözde Humeynici imparatorlukta büyük ödül olarak görülebilir. Daha geniş kapsamıyla İran’ın bakış açısından Mezopotamya, birinde İran medeniyetinin oluştuğu “iki merkezden” biri kabul ediliyor. “Aşağı topraklar” anlamına gelen “Irak” kelimesi, bizzat Farsça kökenliyken “Bağdat (Allah’ın hediyesi)” kelimesi de Farsça bir kelimedir. Bugünkü Bağdat yakınlarındaki Babil ile Tizpon (Ktesifon), 1000 yılı aşkın bir süredir art arda gelen Pers imparatorluklarının başkentleriydi. İki büyük imparatorluk olan Pers İmparatorluğu ile Roma İmparatorluğu arasındaki neredeyse tüm büyük savaşlar, bugün Irak olarak bilinen yerde meydana geldi. Bu söylemde Mezopotamya terimi, Farsça “Miyânrûdân (iki nehir arası)” ifadesiyle değiştirilirken bu iki nehrin birleştikleri yer olan Şattülarap da “Ervend Rûd” olarak yeniden adlandırıldı. Geleneksel anlatı ve onun daha yeni Humeynici versiyonu, Irak’ın bu vizyonuna meydan okuyor. Her ne kadar İslam’daki “kutsal” nitelemesi yalnızca ilahi olana mahsus olsa da söz konusu versiyonda Irak, “kutsal toprak” kabul ediliyor. 16’ncı yüzyıl İranlı şairlerinden Muhteşem el-Kâşânî’ye göre “gerçek inananlar”, birçok imamın türbesi ile makamını barındıran iki Irak şehri Necef ve Kerbela’yı korumak için kanını son damlasına kadar feda etmelidir. Aralıklarla geçen yaklaşık bir buçuk asırlık savaşların ardından Safeviler, 1639’da imzalanan Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla “kutsal topraklarının” Osmanlılara karşı kaybedildiğini kabul etti. Bu anlaşma, her şeye rağmen İran’a “türbeleri” gözetim hakkı ve İranlı hacılara Kerbela ile Necef’e engelsiz ulaşım hakkı veriyordu. “Mezarları” geri almak, Safevilerde iktidardaki hanedanlarının küçük düşürücü sonlarına kadar gerekli bir propaganda teması olarak varlığını sürdürdü. Ardından gelen kısa ömürlü Zend Hanedanı, kısa bir süre için kontrolü yeniden ele geçirmeyi başarmıştı. Ancak 1823 ve 1847 yıllarında imzalanan iki anlaşma, İran ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki yeni sınırları çizdi ve “kutsal topraklar”, İstanbul'daki sultanın münhasır kontrolü altına girdi.
Britanyalıların egemenliklerini güçlü bir şekilde dayattıkları I. Dünya Savaşı’nın ardından ve İran’ın tarihinin kargaşalı bir aşamasından geçmesinden sonra “kutsal toprakları” geri alma hayalleri buharlaştı. 1921 yılında din adamları Irak’ın bağımsız bir devlet halini almasına karşı çıkarken İran Krallığı, etrafta yeni bir krallığın ortaya çıkmasını memnuniyetle karşıladı. 1950’li yılların başlarında Muhammed Rıza Şah Pehlevi kısa bir süre, tek kızı Prenses Şehnaz’ı genç Irak Kralı II. Faysal ile evlendirmek suretiyle bir kraliyet hanedanı ittifakı düşüncesini dillendirdi. Gelgelelim Kral, Fransız Rivierası’nda Prenses’le buluşup da en iyi ihtimalle birbirlerine ilgisiz olduklarını fark ettiğinde bu plan başarısız oldu. Filmi hızlı bir şekilde 2003’e saralım: Kendilerini Saddam Hüseyin’e karşı 8 yıl süren savaşın galibi olarak gören Tahran’daki yönetici mollalar, ülkede kendileri için bir kale temin etmek umuduyla ABD önderliğindeki Irak işgaliyle iş birliği yaptı. Bunun için İran’daki yaklaşık iki milyon Iraklı Arap ve Kürt mülteci arasından seferber edilen on binlerce savaşçı, İranlı mollaların istediği köprü başlarını inşa etmek üzere “kurtarılmış” Irak’a sevk edildi. Buradaki düşünce özetle, yeni bir bağımsız Irak devletinin ortaya çıkışını engellemek ve karar alma sürecini devlete tâbi olmayan yapılara ve milislere devretmekti. İran’ın umudu, daha önce Lübnan’da başarılı olan ve ülkeyi boş kabuğa benzer hale getiren senaryonun benzerini uygulamaktı. Humeynici entelektüeller de yeni bir ezgi çalıyordu: Irak, Britanyalılar tarafından kurulan yapay bir devletti; sonra Amerikalılar tarafından yeniden yapılandırıldı.
Bu esnada Tahran, yeni Irak yönetici seçkinler ile milislerinin sadakatini satın almak için dev meblağlar harcama ve kutsal mezarları yenileme görevi üstlendi. Gelgelelim bu satırların yazıldığı tarihte Irak’ta Humeynici imparatorluk kurma planı başarısız oldu. Şurası muhakkak ki Irak şu an İran’ın ana ticaret ortağı konumunda. Ancak bu, büyük oranda İran’ın Irak’a gaz ve elektrik ihracatına dayanıyor ve Irak, bu ihracatın bedelini henüz ödemedi. Irak’ın İran’a olan borçlarının 17 ila 22 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Daha kötüsü Irak ticareti, İran riyalindeki değer kaybından büyük ölçüde istifade ediyor. Nitekim İran’dan özellikle gıda maddeleri ile tüketim malzemelerini düşük fiyatlarla ithal ediyor ve büyük kârlar sağlıyor. Aynı şekilde Irak, makamlara ve türbelere gelen yaklaşık 2,5 milyon İranlı hacıdan da büyük bir gelir elde ediyor. İran’ın Irak’a yönelik stratejisi, her türden Iraklı arasında bir ayrışmaya sebep oldu. Kürtler arasında Talabani’nin Süleymaniye’deki grubunun kalıntıları, bir ölçüde hâlâ Tahran’a sadık. Erbil’deki Barzani Kürtleri ise kendi bölgesel ve uluslararası ittifak ağlarını oluşturarak İran karşıtı en az üç silahlı gruba ev sahipliği yaptı. Hizbullah’ın Kürt kolu bile son zamanlarda ikili oynuyordu. Irak, petrol çıkarıp üretmek için 60’tan fazla ülkeyle anlaşmalar imzalarken İran Cumhuriyeti’ni hariç tuttu. Irak geçtiğimiz hafta da doğalgaz boru hatlarını Türkiye’nin Yumurtalık tesisine uzatmak için Ankara ile bir anlaşmaya imza attı. İran ve Türkiye, 1978 yılında benzer bir anlaşma imzalamış, ancak bu anlaşma, Humeyni devrimi nedeniyle hiç yürürlüğe girmemişti. Irak’ın zihnini, arzuladığı gelecek konusunda kesin olmaya şüpheler meşgul ediyor olabilir. Ancak kesin olan bir şey var ki o da Tahran mollalarına tâbi bir toprak olmak istemediğidir.