İran ile Batı arasında beklenen karşılaşma yılan hikâyesine döndü. Zira ABD ile İsrail, tehditlerini yerine getiremedi ve İran, umursamaz bir şekilde nükleer programını inşa etmeye devam etti. Niçin yılan hikâyesi diyoruz? Çünkü önce Başkan Bush Jr., sonra da Obama ile Trump’ın İran’ı tehdit etmesinden geçtiğimiz kasım ayında Başkan Biden’ın nükleer programın artık ölü olduğunu itiraf etmesine kadar geçen zaman aralığındaki gerçeklik, bu karşılaşmayı yalanlıyor. Öyleyse tarafsız bir tutumla İran’ın daha dürüst ve ABD ile müttefiklerinin daha yalancı oldukları söylenebilir. Zira ne bir saldırıda bulundular ne de Trump anlaşmadan çekildiğinde bir şey yaptılar. Böylece İran, binlerce santrifüjün oluşumunu ve nükleer bir bomba yapımına yetecek kadar büyük miktarda zenginleştirilmiş uranyum üretimini hızlandırdı. İran’ın karşısındakiler de İran’ın sürekli tacizlerine rağmen karşılaşmadan kaçındı. Şimdi ise İran, bir bomba yapımına yetecek kadar büyük, zenginleştirilmiş bir uranyum deposuna ve teknolojik bilgiye sahip. Peki, niye bomba yapmadı? Bunun iki sebebi var. Öncelikle merhum Rehber Humeyni, bomba yapımını yasaklı bir iş olarak görüyordu. Sonra İran, elde ettiklerini riske atmak istemiyor. Bu yüzden düşmanlarının gerekçelerini ellerinden almak ve değişen uluslararası ve bölgesel gerçeklikte kendisini güçlendirmek için açıklık politikasıyla karşılık verme kararı aldı.
Kabul edelim ki İran’ın siyaseti karmaşık, akıllıca ve bölgedeki ve dünyadaki gelişmelerin farkında. Karmaşık derken, uygun koşulları beklemeyip bizzat oluşturmasını, akıllıca derken, her bir adımını titizlikle hesaplamasını ve farkında derken de kazanımlarını yele vermemek için ne zaman geri adım atması gerektiğini bilmesini kastediyoruz. Buna delilimiz şudur ki; ABD ile İran arasında Umman’ın arabuluculuğuyla yürütülen görüşmeler, İran’ın 2015 yılındaki nükleer anlaşmayı ihlal ettiğinin ve İran lehine yeni bir anlaşmaya ihtiyaç duyulduğunun ABD tarafından kabul edildiğinin göstergesidir. ABD liderliği, bölgesel ve uluslararası koşullar nedeniyle geri adım atması gerektiğine ikna oldu. Çünkü şimdi seçim, kötü ile daha kötü arasında. Kötü olan İran’ın nükleer bilgiyi ve yeterli maddeleri elde etmesidir. Daha kötü olan ise İran’ın ABD’nin mevcut durumda pek tercih etmeyeceği bir savaşı tetikleyecek şekilde üretim yapmasıdır. Washington’ın İsrail Başbakanı Netanyahu’yu duymazdan gelme ve onu askerî bir operasyon konusunda uyarma konusundaki ısrarı, belki de ABD’nin daha kötü senaryodan kaçınma arzusuna işarettir. Bununla birlikte hemen cevaplanması gereken soru şu: ABD, İran konusundaki iddiasında neden kaybetti? Bölgede nükleer bir İran ile nasıl başa çıkacak ve Arapların bu gelişmeler karşısındaki tutumu nedir?
Birincisi: ABD, dünyadaki tek kutbu iken İran’ı değil de Irak’ı işgal etmekle kaybetti. Daha da beteri, Irak ve Afganistan’da onunla iş birliği yaptı. Ayrıca İsrail’i ve ABD destekçisi ülkeleri kuşatmak için Arap dünyasında bir milis ağı oluşturmasını görmezden geldi. Bu, Arap dünyasında pek çok kişinin İran’ın ABD icadı olduğuna inanmasına sebep olurken, aslında ABD, bölgenin Batı tarzı demokrasilere dönüşmesinden sonra liberalizmin İran rejimini düşürmeye yeterli olacağına inandı. Liberal proje başarısız olunca Obama, Arap ülkelerinin Sünni milisler üzerinde kontrol sahibi olmadığını, İran’ın ise Şii milislerini kontrol ettiğini ve onlarla diyalog yapılabileceğini söyledi. ABD’nin bu ahmakça bakışı, ılımlı Arap rejimlerinin DEAŞ’ı ve diğerlerini ürettiğini varsayıyordu. Halbuki terörizm, Washington’ın aptalca politikalarının ürünü ve Sünni milislerin şiddetini doğuran mezhepçi İran şiddetini yok saymasının bir sonucudur.
İkinci olarak: Bölgesel ve uluslararası düzeyde jeopolitik gerçeklik değişti. Nitekim Ukrayna savaşı, İran’ın Moskova’ya askerî desteği karşılığında İran’a tartışmasız Rus desteği sağladı. Bu, BM Güvenlik Konseyi’nin uluslararası meşruiyet bayrağı altındaki herhangi bir faaliyetini boşa çıkarmak anlamına geliyor. Aynı şekilde Çin-ABD rekabeti de İran’a Çin ile olan çıkarlarını genişletme ve son İran-Suudi Arabistan yakınlaşmasında olduğu gibi Çin arabuluculuk faaliyetleri için taviz vermek suretiyle, Çin liderliğini bölgede büyük roller oynamaya teşvik etme imkânı verdi. İran, verdiği tavizler çıkarlarına hizmet edecek şekilde geri dönüştürülebildiği ve etkinleştirilebildiği sürece, kazanımlarını artıran bir bağlamda ve gelecekte daha büyük tehlikelerden kaçınmak için bir aşamada taviz verilmesi gerektiğine inanıyor.
Üçüncü olarak: ABD yönetimi nihayet İran’ın programını durdurmak için askerî harekât dışında her şeyi denedi ama sonuç alamadı. Aksine İran, Arap ülkelerine karşı hesaplı açıklığıyla ABD’nin kafasını karıştırabildi. Zaten Araplar, ABD ile onun müttefiklerinin aciz olduklarını, müttefiklerini umursamadıklarını, bundan dolayı dikenlerini kendi elleriyle çıkarmaları gerektiğini artık anlamıştı… Bu kendi içinde Batı için çifte kayıptır; Çinli rakibi ticari ve enerji alanında hayati öneme sahip bir bölgede daha da güçlendi; müttefikleri İsrail de İran tarafından nükleer tehdit altına girdi. Bu nedenle, Türkiye gibi Araplar da bilgi teknolojisi elde etmek şartıyla barışçıl nükleer programlar da talep edecektir. Bu, pratik olarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması'nın çökmesini ve bunun sonucunda bölge ve dünya için zararlı sonuçları doğurur.
Bu gerçeklik ışığında Biden yönetiminin, İran’ın nükleer zenginleştirmesini durdurmak umuduyla diyalogdan başka seçeneği kalmıyor. Zira şu an çıkarlarının öncelikli olmadığı bir bölgede dikkatini dağıtmak istemiyor. Onun çıkarı daha ziyade Rusya’nın yenilgisinde ve Çin’in, Hint ve Pasifik okyanuslarında kuşatılmasında. İran, bunun farkında olduğu için kazanımlarını en üst düzeye çıkarmak ve ABD’nin zorunlu bir seçenek olarak savaşa başvurmasını önlemek için fırsatı değerlendirdiği bir noktadan diyalog kuruyor. Bu noktada Arapların tutumu bölgedeki değişimlerle uyumlu görünüyor. Çünkü savaşın kendi lehlerine olmayacağına dair öncü bir Arap kanaati söz konusu. Hele de “Arap Baharı”ndan sonra Arap oluşumları çökmüş ve artık bir toparlayıcıları kalmamışken. Şimdi öncelik, eskisinden daha zorlu meydan okumalara karşı koymak için mümkünse Arap saflarını birleştirmektir. Bu ülkelerin savaştan kaçınmaları için savaşa hazır olmaları lazım. İran’la yapılan müzakereler belki de bir nefes almak, kendini inşa etmek, askerî dengeler ve ittifaklar oluşturmak için bir Arap vizyonuna ulaşmak ve güç dengelerini değiştirmek adına ülkelerle ticari çıkarlar ağı kurmak için bir vesiledir. ABD, İran’la bir denge oluşturmasından hareketle İbrahim Anlaşması’nı genişletmeye çalıştığı için bu Arap ülkelerinin Arap barış planında ısrarcı olmaları gerekir. Zira İsrail’in bunu kabul etmesi İran’ın kafasını karıştırıyor ve bölgede yayılma ülküsünü etkisizleştiriyor. Görünürde zayıf olmalarına rağmen Araplar, bir güç birikimine sahip. Şayet iyi anlarlar, iş birliği yapıp bütünleşirlerse halihazırdaki değişiklikler onların aleyhine olmayacaktır. Ama böyle yapmazlarsa bir felaket yaşanır.