Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

İslamofobi ve Kuran yakma eylemleri

İslamofobi konusunda bir şeyler okumak isterseniz ilk karşılaştığınız şey genellikle tanımın hatalı olduğu yönündedir. İslam korkusu anlamına gelen bu ifade mağdur edilen Müslümanları değil gereksiz yere fobi duyan kesimleri merkeze alır, bununla da yetinmez maalesef İslam korkulacak bir şeymişi çağrıştırır. Ancak kavramlar genellikle Batı merkezli olduğu için, kendimizle ilgili konularda olsa bile, Batı merkezli kavramlar dolaşıma girer. İslam karşıtlığı gibi daha doğru ve daha net bir ifadeyi, İslamofobi yerine kullanmak için çok çaba sarf edildi ancak elimizde yine Müslümanlara yönelik nefreti ifade etmek konusunda kusurlu bir kavram olan İslamofobi kaldı. Yani olay en baştan problemli zira herhangi bir ırka, dine, mezhebe yönelik ırkçılık, ayrımcılık suç olduğu halde İslamofobinin suç olarak tanınmaması yanında “Müslümanlar zaten korkulacak varlıklar” anlayışı da geniş kitleler tarafından benimsenmiş durumda.

İslamofobinin temellerini Haçlı Seferleri ya da çok daha öncesine götüren düşünürler var ancak modern dönem için İslamofobi, genellikle 11 Eylül ile özdeşleştiriliyor. Bu aslında şu demek, Müslümanlar dışındakiler, Yahudiler, Hristiyanlar, ateistler, agnostikler, deistler, Budistler vs. vs., İslam’a ve Müslümanlara karşı herhangi bir ayrımcı eyleme, sözlü ırkçılığa, karşıtlığa sahip değil ama gelin görün 11 Eylül’de onlarca insanı öldürdünüz ve dolayısıyla İslamofobi de bu dönem “olağan” biçimde ortaya çıktı. Diğer problem de burada başlıyor zira İslamofobinin ortaya çıkışı ya da ivme kazanması 11 Eylül terör saldırıları ile eş zamanlı değil. Defalarca bu köşede yazdığım gibi, Soğuk Savaş sonrası, yeni güvenlik politikalarına ihtiyaç duyan ABD ve İngiltere merkezli neo-con politikaların komünizmden boşalan boşluğa “yeşil düşman” kavramsallaştırmasıyla Müslümanları yerleştirmesiyle başlıyor. Daha sonra 11 Eylül’de bu kavramsallaştırma “terör” üzerinden yaygın bir hale getiriliyor.

Bir diğer problem, 11 Eylül sonrası dönemde, ki 11 Eylül’ü gerçekleştirenlerin savunulacak bir yanı yok, başlıyor. 11 Eylül terör saldırıları sonrası neredeyse tüm dünyanın orduları birleşti, koalisyon gücü oluşturdu ve “terörle mücadele” adı altında Afganistan, Irak başta olmak üzere tabiri caizse kadın, çocuk, yaşlı demeden birçok sivilin kanını içti. Kimseye de hesap vermedi. Tüm dünyanın gözleri önünde Müslümanlar çoğu kez bir delil olmaksızın terör zanlısı ilan edildi, tecavüz, işkence ve katliamların muhatabı oldu. İçim yanarak yazıyorum, Müslümanları öldürmek bir gereklilik olarak görüldüğü için insan hakları ihlalleri yaygınlaştı ve İslamofobi bırakın suç olmayı en hafif kusur kabul edilebilecek hale gelindi. Düşünün bir uçakta hostes tarafından tipi beğenilmeyen Müslümanlar karga tulumba kelepçelenerek uçaktan indirildi, bu hak ihlaline karşı açılan davada havayolu şirketi ve çalışanı haklı bulundu. Yani Müslümanlara yönelik cadı avı hiç itiraz görmeden yürütüldü, savaş koşullarında da hukuk çatısı altında da İslam-Müslüman karşıtlığı öyle olağan hale geldi ki, İslamofobinin ırkçılık temelli bir suç olduğu fikri dahi oluşmadı. Terör gerekçe gösterilerek bu suç haklı gösterildi. Rezaletin boyutunu anlatabilmek için oran vereyim; milyonlarca Müslümanın sadece ama sadece yüzde 1’i terörle bağlantılı ama kalan yüzde 99 terörle alakası olmayan Müslüman terörist ilan edildi.

Artık Batı’nın güvenlik politikaları değişti, en azından güvenlik temelli politikalardan daha çok ekonomik temelli politikalar öne çıktı, aslında çok da bağımsız değiller ama… yine de Batı’nın, yani Avrupa ve daha çok ABD’nin ilgisi, Orta Doğu’dan yani Müslümanların yaşadığı coğrafyalardan Asya’ya kaymaya başladı. Çin ve Rusya’nın pazar hakimiyetine seyirci kalmamak için Asya, Hindistan’a yönelindi. Tabi Asya’da da Müslümanların huzur içinde olduğu söylenemez, Arakan’daki soykırımı hatırlayın, Çin’in toplama kamplarındaki Müslümanların yaşadıklarını öğrenemiyoruz bile ve Müslümanların en fazla zulüm gördüğü yer Hindistan. Hindistan’ın ucuz iş gücüne ihtiyaç duyulduğu için Modi yönetiminin Müslümanlara yönelik ayrımcı politikaları problem edilmediği gibi dile bile getirilmiyor. Geçtiğimiz günlerde sağ olsun ABD eski başkanı Obama, Modi yönetiminin Müslüman karşıtı politikalarını dile getirmese kimsenin ruhu bile duymayacaktı.

Tüm bunların sonucunda, Avrupa’daki yerleşik ırkçılık, aşırı sağcılık denilerek yumuşatılmaya çalışılan ırkçılık, ırkçı siyasilerin de kafalarını karargahlarından çıkarmasına neden oldu. Bu ırkçılığın hedeflerinden biri de Müslümanlar oldu. Ama anında ona da bir mazeret bulundu; mülteci akını. Yani sorun Avrupalılardan kaynaklanmıyordu, ırkçılık gibi ilkel bir davranış onlardan neşet edemezdi, onları bu duruma mülteci akınları itti. Şimdilerde geniş kitleler bu mazerete ikna olmuş gibi görünüyor ve İslamofobi, İslam karşıtlığı yine problem değil.

Aslında bizim İslam-Müslüman karşıtlığı konusundaki problemimiz, onlarca problemden birinin bile problem olarak görülmemesi.

İskandinav ülkeleri her ne kadar huzurlu, medeni örnek ülkeler olarak gösterilse de, özellikle kadın haklarını öncelemeleri konusunda öne çıksalar da, bu ülkelerden Norveç, Müslüman-yabancı karşıtlığının 77 insanı katledecek boyuta geldiği bir terör saldırısına sahne oldu. Kıyas yapmak doğru mu emin değilim ancak Avrupa’da asla kabul edilmeyecek biçimde bir terör saldırısı olunca liderler toplu yürüyüşe geçiyor ancak bir Avrupalı toplu katliam yapınca kınamakla yetiniliyor.

İskandinav ülkelerinden devam edecek olursak, İsveç’te son zamanlarda Kur’an-ı Kerim yakma eylemi “moda” olmuş durumda. Bir yandan kendisi gibi olmayanın varlığına tahammül edemeyen, ilkel, nobran bir tip, insanların kutsalına saldırıyor diğer yandan ise bu eylem “düşünce özgürlüğü” bağlamında değerlendiriliyor.

İsveç’e gidip düşünce özgürlüğü dersi verme gereği yok, fazla gelişmiş İsveç hukukun kutsal kitaplara yönelik ilkel saldırıları bir özgürlük olarak görmesi şu durumda İsveç’i özgürlükler ülkesi değil bilakis vandallar, ilkeller ülkesi haline getiriyor. İsveç, bunun farkında değil mi, elbette fakında! O halde niye?

Çünkü “Müslümanların canının değerinin olmadığı” kanıksandığı için kutsalının değeri de yokmuş gibi muamele görüyor. Bu ilkellik ise düşünce özgürlüğü gibi modern bir kavramla telafi edilmek isteniyor.

Açıkçası, yüzlerce kadın ve çocuğun öldürülmesine, sırf Müslümanlar diye seyirci kalınan bir dünyada, kutsala yönelik saldırılar önceliğim olsa da, birinci önceliğim olmuyor. Ama, onu problem etme, bunu problem etme, tahrik olma… derken karşımızdaki İslam-Müslüman karşıtı ırkçılar, bu latif davranıştan ilham almıyor bilakis daha saldırgan ve tahrikkar hale geliyorlar. Dolayısıyla, bir yeri basıp insanlara zarar verecek değiliz, bir başkasının kutsalına kibrit çakarak sefil bir davranışla mukabele edecek de değiliz ancak seyirci de kalamayacağız, yapabileceğimiz hukuk yoluyla İslamofobinin suç kabul edilmesini sağlamak, bunun için de tezimizde, kitabımızda, köşemizde bu ilkel, tahammülsüz ve asla hürriyetle alakası olmayan davranışı eleştirmek olabilir. Onu yapıyoruz.