Avrupa 10 yıl önce kapılarını göçmenlere ardına kadar açtı. Gelen göçmenlerin çoğu Suriyeliydi. O sırada Suriye’deki savaş yüzünden yaşadıkları facia her geçen gün kötüleşmekteydi. Suriyelilerin yanı sıra Avrupa göçmenlik kapılarından geçen Asya ve Afrikalı göçmenler de vardı. Avrupa’daki Almanya ve İsveç gibi önemli ülkeler gelenleri hoş karşılıyor, diğer ülkeler de onları kabul ediyor veya istemeye istemeye duruma katlanıyordu.
Avrupa’nın göçmenlere kapılarını açması sadece insani ve ahlaki bir yaklaşım değil, aynı zamanda hükümetlerin temel olarak yerine getirdiği göreve dayalı çıkar odaklı bir tutumdu. Bu görev, çıkara bir nebze insanlık ve ahlakın eşlik etmesinde bir sakınca görmüyordu. Bu, bazı Avrupalı yetkililerin ve özellikle de güçlü eski Almanya Başbakanı Angela Merkel’in tutumunda açıkça görülmüştür.
Avrupa’nın kapılarını mültecilere açmadaki çıkarı, özellikle nüfus ve işgücü ile ilgili sorunların aşılması ihtiyacında yatmaktadır. Çoğu Avrupa ülkesinde doğum sayısı ile ölüm sayısı birbirine yaklaşıyor. Yaşlı nüfus artıyor ve onlara hizmet edecek birilerine daha fazla ihtiyaç duyuluyor. Aynı zamanda yaşam tarzları genişliyor ve hizmet sektöründe daha çok işçiye ihtiyaç duyuluyor. Tüm bunlar, Avrupa ülkelerine yeni gelen göçmenlere, mültecilere ve başkalarına kapıların açılmasını gerektiriyor. Bu şekilde öldürme, tutuklama ve yıkımdan kaçan Suriyeliler, Avrupa’ya geçme fırsatı bulmuştur. Avrupalılar ve özellikle Almanlar, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’ya pek peşe gelen mülteci dalgalarında Suriyeli mültecilerin önemli bir fark oluşturduğunu görmüşlerdir.
Ancak mültecileri ağırlama ve bunu insani ve ahlaki eğilimlerle harmanlama politikası birkaç yıl sonra değişmeye başladı. Bu değişimin iki başlıca faktörü vardı:
Birincisi, birçok ülkede sağ ve merkez sağ grupların temsilcilerinin artan yükselişi, parlamento koltuklarına oturmaları ve iktidara gelmeleri. İkincisi, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) ile etkileşimi artan sosyo-ekonomik krizin dışavurumları.
Avrupa’daki mülteci politikalarının değişimi, iki faktörde vücut buluyor:
İlk olarak; Avrupa Birliği (AB) düzeyinde birlikte hareket etmeyi sağlayacak tutarlı bir politika olmayışı. İkincisi; her ülkenin kendi çıkarları doğrultusunda politikalar ve tedbirler uygulamaya yönelmesi. Çoğu ülke mültecileri reddederek mülteci sayısını azaltmaya ve hatta ülkeye girişlerini engellemeye odaklandı. Bu doğrultuda, ikamet izni, türü ve süresi, seyahat belgeleri ve ikamet fırsatları gibi mültecilere yönelik idari işlemleri geciktirdi. Başlayan politika değişimi dalgasında, giderek sertleşme eğilimi artmış ve vatandaşlık verip geri alma ve aile birleşimi konularında daha katı önlemler alındı. Bu değişimlerin en tehlikeli yanı ise, mültecilere karşı düşmanca duyguları körükleyen resmi bir politika yürütülmesidir. Bu duygular, gerek vergi mükelleflerinin yükünü artırdıkları iddiasıyla ekonomik bir maske ile öne çıkmış gerekse ırkçı bir politikanın arkasına saklandı. Bu tutum, yalnızca bazı toplum kesimlerinde değil, aşırı sağcı siyasi gruplar arasında da yaygınlaştı. Bazı hükümetler, mültecileri güvenli bölgelere geri gönderme bahanesiyle ülkelerine gönderme fikrini benimsedi. Ancak bu sırada, bazı ülkeler başkalarına karşı tedbirleri sıkılaştırırken Ukraynalı mültecilere kapılarını açtı.
Göçle ilgili politika ve prosedürler, Haziran 2023’te yapılan son toplantılarda AB ülkelerinin anlaşmazlık ve mutabakat temellerini sarsarak yeni kurallar getirdi. Bu kuralların başında, sığınma başvuruları olup reddedilen kişilerin hızla AB’den sınır dışı edilerek kendi ülkelerine veya üçüncü bir ülkeye gönderilmesi geliyor. Ancak Ukraynalı mülteciler bu kuralların dışında tutuldu.
Avrupa’da mülteci konusundaki politika değişikliklerinin en belirgin ve açık örnekleri, Danimarka’nın politikasında görülüyor. Danimarka, 2015 yılında başlayarak hükümetin başlattığı 2025 Planı çerçevesinde göç ve ikamet politikalarında sertleşmeye gitti. Bu, ülkede yaşayan göçmenleri bile etkilemiştir. Danimarka bu politikaları benimseyerek Birleşmiş Milletler (BM) ile yaptığı her yıl 500 mülteciyi kabul etme taahhüdünden sıyrılmaya çalıştı. Daha sonra, artık korumaya ihtiyaçları kalmadığı bahanesiyle mültecileri sınır dışı etmeye başladı. Danimarka’nın politikasının doğrudan etkisi, diğer AB ülkelerini de aynı yolu izlemeye sevk etti. İsveç bunlardan en öne çıkanı oldu. Nisan 2023’te İsveç, Danimarka’nın mülteci konusundaki yaklaşımını benimsemek istediğini açıklayarak daimi mültecilik kavramının kaldırılması, yıllık izin verilen mülteci sayısının azaltılması, suçlu olduklarına dair mahkeme kararı olmasa da ‘bir suç şebekesinin üyesi olma şüphesi’ taşıyan kişilerin sınır dışı edilmesi ve mültecilerin vatandaşlık alımında yeni şartlar getirilmesi gibi kararlara yöneldi.
Avrupa’da mülteci politikalarındaki değişimlerde ikinci örnek olarak, AB’den ayrılmadan önce dahi farklı tutumlar sergileyen İngiltere öne çıkıyor. Potansiyel mültecilere vize verme konusunda sıkılaştırmaya giderek ülkeye girişlerini engelledi, yasa dışı yollarla girişlerinin önünü kapattı ve muğlak bir şekilde bazılarını sınır dışı etti. Ayrıca oturma izni sürelerini geciktirerek ve mülteci yardımlarını azaltarak mültecileri kaçırmaya çalıştı. 2021 yılında Ruanda ile, Birleşik Krallık’a sığınma başvuruları yapanların ve göçmenlerin alınması için 120 milyon sterlin değerinde bir plan başlatmaya çalıştı, ancak plan çeşitli nedenlerle başarısız oldu.
İngiliz hükümetinin bu başarısızlığı, yeni bir yasa yoluyla göçle mücadele çabalarını yinelemesine engel olmadı. Mart 2023’te sunulan bu yasa, İngiltere’den sınır dışı edilen kişilerin geri dönmesini veya ileride İngiliz vatandaşlığı için başvuruda bulunmalarını engellemeyi içeriyor. Ayrıca, ‘güvenli ve yasal yollar’ aracılığıyla İngiltere’ye yerleşecek mülteci sayısına parlamento tarafından yıllık olarak belirlenen bir çıta konulması ve yasa dışı yollarla İngiltere’ye gelen kişilerin gözaltına alınarak Ruanda veya ‘güvenli’ üçüncü bir ülkeye gönderilmesi öngörülüyor.
Avrupa’daki göç konusundaki değişikliklerin ortak noktası, sert önlemler alma ve göçü sınırlayıp mümkün olduğunca çok sayıda mülteciyi uzaklaştırmak için olası bütün yöntemleri kullanma gidişatıdır. Ancak bu gidişat, siyasi camiada ve özellikle insan hakları düzeyinde ciddi bir muhalefetle karşılaşıyor. Sert önlemler alma politikasıyla mücadelede en önemli şey, Avrupa’nın insan kaynaklarını yenileme gereksiniminde yatıyor. Zira unutulmamalıdır ki göçmenler ve mülteciler bu noktada merkezi bir rol oynuyor.