Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Gösteri toplumunda Müslümanlığımız

Marks’ın kendi dönemindeki vahşi kapitalizme karşı oluşturduğu görüşler, o dönem için gayet makul ve hatta oldukça değerli teorilerdi. Ancak ilerleyen zamanlarda sadece ekonomik temelli olarak oluşturulmuş bu teorilerin, kültürel alanı ıskalaması yine Marksist teoriler içerisinden eleştiri aldı. Zira Marks’a göre alt yapı yani ekonomi, üst yapının yani kültürün, neredeyse her şeyin belirleyicisiydi. İlk itiraz Weber’den geldi, kapitalizmin Batı’da gelişmesinin nedenini tutarlı bir biçimde Protestanlık-Kalvinizm’e bağladı ve inancın-kültürün maddi konularda belirleyici olduğunu iddia etti. Bu tip Marksist temelli okumalar neo-marksist teorilere kadar bu şekilde ilerledi. Zira kültürün etkisinin yadsınamaz boyutta olduğu artık ortaya çıkmıştı.

“Gösteri toplumu” kavramıyla tanınan Guy Debord da Marks’ın kapitalizm ve metalar okumalarından yola çıkarak, en azından esinlenerek, kapitalizmin etkilerini metaların dolaşımı üzerinden ele aldı. Debord’a göre, gösteri toplumu kapitalizmin bir ürünüdür. Çünkü kapitalist toplumda tüm bireyler aslında birer müşteri olarak görülür. Yani kapitalist toplumun gösteri toplumu olması, bireylerin kimliğinin, ahlakının, günlük yaşamlarının metalar üzerinden kurulması ve bireylerin bu anlamda yabancılaşması, metaların fetişleşmesi durumudur.

Gösteri toplumunda “görünür olan iyidir, iyi olan görünürdür.” Bunun anlamı şudur: Yaşadığımız dünya, dünyamız metalaştırılmıştır, bu metalaştırılma aslında gerçeklikten kopukluğu ifade etmektedir. Gerçek sandığımız, bize gerçek, doğru ve hatta hakikat olarak sunulan şeyler aslında bir gösterinin parçasıdır, gerçeklikle bağı kopmuştur zaten yabancılaşma ile anlatılan da biraz da budur.

Aslında Debord’un bize anlattığı, anlatmaya çalıştığı gösteride gerçeklikmiş gibi gördüğümüz dünyanın gerçek olmadığıdır. Toplumun metalaştığını, kültürün yozlaştığını ve kitlelerin bu gösteriyi hazırlayan ve kendilerine sunan egemen güçlerin dedikleri doğrultusunda itirazsız, doğru ve hatta olması gereken buymuş gibi kabul ettiğini ve gerçekliğe ulaşmamızın önlendiğini anlatıyor.

Debord ve onun gibi düşünürlerin birkaç kitabını ya da birkaç paragrafta ne anlattığını okuyunca tümden mevcut hayatımızı sorgulayıp, gerçeğe ulaşmanın peşinden koşacağımız düşünülmesin. Zaten bu o kadar kolay bir şey olsaydı, Debord ve onun gibi düşünürlerin 1800’lerden başlayarak bugüne kadar yüzlerce teori geliştirmelerine gerek kalmazdı. Çünkü gerçeklerle yüzleşmek ve gerçekliğin olmadığını idrak farklı şeylerdir. Dolayısıyla, yaşadığımız dünyanın gerçeklikle alakası olmadığını fark etmiş olsak da yıkılacak dünyamızı inşa edecek imkanlarımız yoksa o dünyayı yıkmaz, gerçeklerle yüzleşmeyiz, yüzleşemeyiz.

Bunları neden yazdım? Müslümanlar olarak yani kendimi de içine katarak söylüyorum, özellikle modern, kitle iletişimin arttığı dönemlerde, bazılarımız her ne kadar kitle iletişim araçlarını, sosyal medyayı, hakikati arayış yolunda kullanıyor olsak da, çoğunluğumuz hakikatin ne olduğunu unutmuş ve gösteri toplumlarının birer parçası haline gelmiş gibi görünüyoruz. Gösteri toplumunun bir parçası olarak bu bizi şekilci Müslümanlar haline getiriyor ve kimliğe, şekle dayalı Müslümanlığımızın yeterli bir kulluk işlevi olduğunu sanıyoruz. Oysa metalaşmış, suni bir gösterinin parçası olmuş Müslümanlık tahkiki bir imanın oldukça uzağında kalıyor, şekilci bir Müslümanlığa evrildikçe, biz kulluğumuza, ibadetlerimize yabancılaşıyoruz, ibadetlerimiz ve kulluğumuz metalaşıyor ve gösteri toplumlarında kaybolup gidiyoruz. Ama aynı zamanda içimizde teslim olmaya muhtaç bir tarafımız var ve o tarafımızın dışarıdan bir etki olmasa da içeriden bizi bir anlam arayışına, bir mutmain olma isteğine ittiği bir gerçek. O vicdan yanımız, o teslim olmak isteyen yanımız yani aslında gerçek yanımız, gösteri toplumuna ilk olarak kurban verdiğimiz yanımız oluyor. Uzun süredir sesini duymadığımız, susturulan ve susturduğumuz o yanımız sanki içinde ruh yokmuş gibi, otomatiğe bağlanmış, robot gibi yaptığımız ibadetlerle teskin olmuyor. Bi anlam arayışında, oysa anlam uzakta değil o da kendi içimizde ama şimdilerde o anlamı, ruhu olmayan şekilci bir hale getirdik ve çözüme de yine kendi içimizde olmasına rağmen ulaşamıyoruz. Bunları aslında birçoğumuzun içten içe bilmesine rağmen her daim idrak edemediğini bizzat tecrübe ettiğim için yazdım. Evet, birkaç paragraf yazarak ya da okuyarak o ruhu olan, teslim olmak isteyen, anlam arayan yanlarımıza bir anlam veremeyeceğiz ama en azından imdat sesinin nereden geldiğini duyarsak oraya yöneliriz ve bu yöneliş de tümüyle çözüm olmasa da, çözüme giden yolda ilk adım olabilir.

Gösteri toplumu, güzel evini, lüks aracını, marka saatini dünyanın en ulvi hedefleri gibi görüp, onları edinip, bir de sergilemekle sınırlı değil, bunun maddi olmayan yönü de var. Her tür değere sahip olduğumuzu sanıyoruz ama gösteri toplumunda bunu sergilerken bunun, insanı imani yönden mutmain etmediğini ıskalıyoruz, koptuğumuz gerçekliğe tekrar kavuşmak istiyoruz. Ki bu gerçekliği tümüyle yitirdiğimizi söylemiyorum, ancak o hakikate iddia ettiğimiz gibi tamamıyla sahip olsaydık bu kadar gösteriye ihtiyaç duymazdık, diyorum. Aslında gösteriyi izlerken de, bir parçası olduğumuzda da ve nihayetinde gösterinin sonuna geldiğimizde de içten içe o anlamı kaybettiğimizi biliyoruz, zaten bu yüzden bu kadar savunmasız hissediyor ve sergileme gereğini vurguluyoruz, diyorum.

Arayışımıza buradan başlarsak, belki kendimizi bir anda tamamıyla kurtaramayız, tamamıyla mutmain olmanın huzurunu tecrübe edemeyiz ama en azından gerçeğimizin ne olduğuyla yüzleşmekle dahi hayırlı yönde ilk adımı atmış oluruz, diye düşünüyorum. Her ne kadar gösteri toplumunda, kulluğunu da gösterinin bir parçası olarak görme eğiliminde olsak da.