1983 yılı Avusturya genel seçimlerinde o zamana kadar çok az dikkat çeken bir parti oyların yüzde 27'sini aldığında, Avrupa'nın siyasi seçkinleri ‘demokrasi için ölümcül bir tehlike’ uyarısında bulunarak neredeyse paniğe kapılmıştı. Avusturya'nın Geleceği için İttifak Partisi lideri Jörg Haider, Avusturyalı olduğu ve soyadı Hitler'inkine benzediği için ‘yeni Hitler’ olarak anıldı.
On yıl sonra, Ulusal Cephe lideri Jean-Marie Le Pen oyların yüzde 16'sını alarak cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turuna çıktığında, bu sefer aynı şok Fransa'da yaşandı.
Ancak sonraki on yıllarda, Haider'in Avusturya'nın Geleceği için İttifakı ve Le Pen'in Ulusal Cephe’si gibi partiler, seçim tabanını genişletmeye başladılar. Geleneksel sosyal demokrat sol ve muhafazakâr sağ gibi muhaliflerini kendilerine karşı kullandıkları etiketleri bırakmaya zorladılar. ‘Aşırı sağ’ sloganının yerini ‘ırkçılık’ aldı.
Bugün Avrupa'da aşırı sağcı partilerimiz yok. Sadece Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin yarısından fazlasında kendilerini hükümet partisi olarak kabul ettirmiş ‘ırkçı’ partilerimiz var. İskandinavya ve Finlandiya gibi yerlerde köklü sosyal demokrat sistemler, ‘ırkçı’ partilerin liderliğindeki koalisyonlar tarafından çözüldü.
Estonya, Yunanistan, İtalya, Polonya ve Slovakya'da da benzer koalisyonlar iktidarda.
Macaristan'da Viktor Orban'ın Jobbik Partisi güçlü bir liderlik konumunda, Belçika'da ise Flaman yükselişte. İspanya'da yapılan son genel seçimlerde ‘ırkçıların’ bir sonraki hükümette en azından bir yan sandalye elde etmelerinin yolu açıldı.
İşler böyle devam ederse Fransa, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un gidişinin ardından Elysee Sarayı'nda bir ‘ırkçı’ görebilir. Savaş sonrası ‘konsensüs’ün doğum yeri ve ‘sosyal piyasa’ sloganının mucidi olan Almanya bile ‘ırkçı’ Almanya için Alternatif Partisi’ne (AfD) yöneliyor.
Peki ‘sol’, tam da Marx'ın, devletin ‘ortadan kalktığı’ ve şeylerin yönetiminin insanların yönetiminin yerini aldığı komünist nirvanaya giden son merdiven olarak sosyalizmi inşa edeceğini umduğu Avrupa'da neden bu tür aksiliklere maruz kaldı?
Avrupa solu, savaş sonrası barışın ilk yirmi yılını Marksizm şeytanlarına ve bazı durumlarda Marksizm-Leninizm şeytanlarına karşı mücadele ederek geçirdi. Kıtanın paramparça olmuş ekonomisi, büyük ölçekli kamulaştırma ve Sovyet tarzı planlamayla yeniden inşa edilemezdi. Soğuk Savaş sırasında Avrupa'nın karşı karşıya kaldığı tehditlerin karmaşasıyla sınıf mücadelesi vaazları tehlikeli bir müsamahaya dönüştü.
Alman Sosyal Demokratları, Bad Godesburg reformlarıyla sözde Marksist mirasından kurtulurken, İngiliz İşçi Partisi de otuz yıl sonra Tony Blair yönetiminde aynısını yaptı. Benzer reformların gerçekleşmediği Fransa'da hem Sosyalist hem de Komünist partiler yavaş yavaş geçmişin gölgesine gömüldüler.
Avrupa solunun, Almanya'da olduğu gibi genellikle koalisyon hükümetleri aracılığıyla siyasi varlığını sürdürmesini iki faktör sağladı.
Birincisi, eski kıtanın 1980'lere kadar yaşadığı ekonomik büyümeydi. Söz konusu büyüme, solun ‘yeniden dağıtımı’ temel ideoloji olarak benimsemesine yardımcı oldu.
İkinci fikir, ‘sebep temelli’ siyasetti. Bu, başka bir yerde gerçek veya hayali devrimlerle uğraşan insanlarla dayanışma yoluyla devrimci fantezilere kapılmak anlamına geliyordu. Başka bir deyişle röntgenciliğin politik bir versiyonu.
Fransız solunun hanımefendisi filozof Simone de Beauvoir, anılarında, kendisinin ve yoldaşlarının sol Halk Cephesi'ni iktidara getiren 1936 genel seçimlerinde oy bile kullanmadıklarını söylüyor ve şu ifadeyi kullanıyor: “Biz başkalarının onları yapmaya teşvik ettiğimiz şeyleri yapmalarını istedik.”
Siyasi röntgencilik için gerekli konuları oluşturan birçok ‘neden’ vardı.
İlk olarak, 1940'larda ve 1950'lerin başında Sovyetler Birliği'nden esinlenen ve onun önderlik ettiği ‘barış hareketi’ vardı. Ardından Nükleer Silahsızlanma Kampanyası geldi. Sonra, sömürgecilik karşıtı bir meseleye, Cezayir'deki bağımsızlık savaşına, Kenya'daki Mau Mau hareketine, Çinhindi'ndeki savaşlara ve ‘Filistin meselesine' ilişkin çok sayıda savaşa tanık olduk.
Aynı sol, Vladimir Putin'in Ukrayna'ya karşı yürüttüğü savaş üzerinden taviz verdi. Avrupa solu, ideolojik iflasını örtbas etmek için gerçek ya da hayali kurbanlardan oluşan bir koalisyon oluşturma çabasıyla, mağduriyete dayalı bir söylem geliştirdi.
‘Alternatif yaşam tarzları’ odaklı söylem, kölelik, sömürgecilik ve ırkçılık gibi ‘tarihi’ günahların kefaretini, ‘emperyalist’ heykellerinin yıkılmasını ve halka açık alanların gerçek ya da hayali ‘insanlık düşmanları’ olarak adlandırılmasını istedi. Sol her zaman savunacak mazlumlar arar ve bulamayınca da icat eder. Aslında savunur gibi yaptığı insanların insanlıklarını elinden aldığını fark etmez. Ayrıca, büyük Fransız Devrimi'nden öğrenmemiz gereken bir şey olan, mazlumun zulmünün tiranlığın en kötü biçimi olabileceğini de göz ardı eder.
Bazı eski kafalılar dışı yeşil, içi kırmızı olan ‘karpuz kimliğini’ öne çıkararak solun eski alevini canlı tutmaya çalışıyor. Modern Paris sloganlarından biri, “Sınıf mücadelesi olmayan çevrecilik, burjuva bahçıvanlığından başka bir şey değildir” der.