2024 ABD seçim kampanyası, Wisconsin eyaletinin en büyük şehri Milwaukee'de Cumhuriyetçi adaylar arasında düzenlenen ilk münazara ile fiilen başladı. Wisconsin, Pennsylvania ve Michigan ile birlikte, Kasım 2016'da yapılan seçimlerde Demokrat Parti kampından Cumhuriyetçi Parti kampına geçişlerinin Donald Trump'a zafer kazandırdığı üç kuzey eyaletinden biri. Wisconsin aynı zamanda eski valisi Robert Lafollette ile aşırı muhafazakâr sağcılıkla adını ölümsüzleştiren, liberallerin ve solcuların yeminli düşmanı senatör Joseph McCarthy’nin temsil ettiği gibi şehirler ile kırsal kesim ve liberalizm ile ilerici solcular arasındaki keskin kutuplaşmanın da eyaleti. Ancak zamanın, mekânın ve münazaranın taşıdığı öneme rağmen, bu düğünde damat eksikti. Diğer adaylar, Cumhuriyetçi Parti'nin fiili “lideri” ve tabii ki hukuki durumundan sağlığına kadar büyük sorunlar kendisine engel olmadığı sürece yaklaşan seçimlerdeki muhtemel adayı olan eski başkan Donald Trump'ın yokluğunda birbirleri ile münazara ettiler. Beklendiği gibi, münazaraya katılan adayların taktikleri farklıydı, fakat çoğu, Trump'ın mirasının her birinin başının üzerinde sallanan bir kılıç olduğunu bilerek temkinli davrandı.
Gerçek şu ki Trump, Cumhuriyetçi Parti içinde gizli olan güçten yararlandı, onu yaratmadı. Bu güç yıllardır bir aktifleşip bir sönerken, partinin kimyası, çeşitli görüş ve bağlılıkları barındıran, çeşitli eyaletlerden muhafazakarları ve liberalleri bir araya getiren geniş bir çadırdan, dini, sosyal, ekonomik, kişisel ve kabileci sağın tüm renklerinin birleştiği katı ve yekpare bir bloğa evrildi. Ardından demokrasiden şüphe eden, çoğulculuğu, kurumlar devletini, yargı bağımsızlığını reddeden aşırı sağcı bir noktaya ulaştı. Bu aşırı sağ, her şeyden önce kendisine iktidarı vermeyen hiçbir seçim sonucunu kabul etmek istemiyor, kendi lehine olmayan her türlü yargı kararını reddediyor. Ruh haline ve siyasette benimsediği "tünel" vizyonuna hizmet ettiği müddetçe, güvenliği ve toplumun dokusunu istikrarsızlaştıran çatışmacı sloganları benimsemekten çekinmiyor. Bu nedenle Milwaukee münazaralarını takip eden analistler, katılan 8 adaydan bazılarının, mahkeme tarafından mahkum edilmiş olsa bile parti konferansında Trump'ın adaylığının kabul edilmesi halinde eski başkanı destekleyeceklerini açıkça söylemelerine şaşırmadı. Bunlardan bazıları, Trump'ı tereddüt etmeden ve sorgulamadan destekleyen fanatik kitleler gibi, Kongre binasına saldırılmasında hiçbir sakınca görmüyorlar. Kendi çıkarına hizmet eden suiistimalleri korumak için yargı organlarına partizanları ve sadık kişileri yerleştirme uygulamalarından tam anlamıyla memnunlar.
Bu noktada, Amerikan demokrasisi krizinin, onu küçümseyen ya da varlığından şüphe eden, ardından onu ehemmiyetsizleştirme eğiliminde olan herhangi bir bireyden daha büyük hale geldiğini iddia ediyorum. Geçen yüzyılın seksenli yıllarında, "Ahlaki Çoğunluk" grubu tarafından yönetilen Hristiyan dini köktencilik, aşırı ekonomik-finansalizm yanlıları, Sovyetler Birliği ve kampının ortadan kaldırılması çağrısında bulunan Soğuk Savaş şahinleri ile kurduğu stratejik ittifak yoluyla eski başkan Ronald Reagan'ın karizmasının, Amerikan sağı için büyük bir ivme oluşturmasına olanak sağladığı doğru. Ancak Amerikan demokrasisi buna rağmen sarsılmazlığını korudu ve bunun en belirgin nedenleri şunlardı:
1-Cumhuriyetçi liderlerin çoğunluğunun demokratik sisteme ruhen ve kurumlar olarak ikna olmuş olmaları.
2-Bazı aşırı Hristiyan köktendincilerin işledikleri usulsüzlüklerin ve ihlallerin, köktendinci akımın ivmesini zayıflatması. Karşılarına iç çatışmayı reddeden aktif ve talepkar bir gücün çıkması.
3-Sovyetler Birliği ve onun arkasından Varşova Paktı’nın devrilmesi. Bu ikisi ile birlikte küresel yüzleşme ve çatışma hesaplarına dayalı fikri ve stratejik sistemin de çökmesi.
Kaçınılmaz olarak bu, savaş endüstrilerine, askeri üslere ve “Soğuk Savaş” iklimine bağlı ekonomiye yapılan yatırımlarda köklü bir değişikliği gerektirdi. Kaynakların ve harcamaların dağılımının yanı sıra Amerikan "tek kutupluluğu" altında Washington'un dış dünyayla ilişkilerini yeniden düşünmek gerekli hale geldi. Ayrıca bu “tek kutupluluğun” yarattığı yeni gerçeklik, ister Cumhuriyetçi ister Demokrat olsun bazı Amerikalı liderlerin, özellikle Latin Amerika, Uzak Doğu ve Afrika'daki askeri diktatörlüklerin ihlallerine sessiz kalırken, demokrasiyi gerekçe gösteren dış müdahaleleri pazarlamak için kullandıkları bahanelerin de ortadan kalkmasına katkıda bulundu.
Savaş davulları dindikçe, birçok savaş üssünün kapanması, bu kapanmanın geçimini bundan sağlayan çevrelerin hizmetlerine etkisi, birçok sivil sanayinin gelişimi için çok önemli bir kaldıraç ve teşvik olan askeri kalkınma ve sanayileşmeye tahsis edilen bütçelerin azaltılması nedeniyle, ABD'de “ekonomik güvenlik ağının” güçlendirilmesi ihtiyacı da arttı. Her ne kadar Cumhuriyetçiler, Reagan'ın ardından yardımcısı baba George W. Bush'un 1988 seçimlerindeki zaferinin ardından Beyaz Saray'ın kontrolünü ellerinde tutsalar da, kontrolleri gevşemeye başlamıştı. Nitekim Demokratlar, Bill Clinton (1992-2000) ve Barack Obama (2008-2016) dönemleri ile 16 yıl boyunca başkanlığı ellerinde tutmayı başardılar. Her ne kadar bu iki dönem arasında iktidara gelen oğul George Bush ve neo-muhafazakarlarının iki dönemlik başkanlığı Cumhuriyetçi sağa ihtişamının bir kısmını geri kazandırsa da, neo-muhafazakarlar yönetim kurumlarının meşruiyetini ve yargının bağımsızlığını sorgulayacak kerteye varmadılar. Fanatikleri, daha sonra Afrika kökenli ilk başkanın seçilmesinin ardından olduğu gibi, göçmen ve yabancı düşmanlığı kartını oynama yoluna gitmediler.
Evet, Obama'nın başkanlığı bazı aşırı sağcı "düşünürleri" ve "planlayıcıları" göç üzerine kurulu bir ülkede göçle mücadelenin gerekliliği konusunda açıkça konuşmaya teşvik etti. Amerikan demografisinin gelişimi ve azınlıkların büyük nüfus artışına ilişkin çalışmaların dolaşımda olduğu bir dönemde yapılan en tehlikeli açıklama, şuydu: “Bunu bugün yapmazsak fırsatı kaçıracağız.” Tam bu sırada bu kişiler kendilerine Donald Trump adında popülist bir figür buldular. Trump yalnızca bu göçmenlerle mücadele dalgasını kullanmaya, beyaz Avrupalı Hristiyanların kaygılarını sömürmeye hazır değildi, aynı zamanda ABD ile Meksika sınırına bir duvar inşa etmeye çalışacak kadar aşırıya kaçmaya hazırdı ve hâlâ da öyle.
Bu "dalga" bence Trump'ı cesaretlendirdi ama dalgayı yaratan o değildi. Onun gibi popülist ve işi daha ileri ve tehlikeli bir boyuta taşıyacak bir figürün bulunması halinde Trump’tan sonra da bu dalga devam edecek. Bu daha ileri ve tehlikeli nokta ise, dünyanın en güçlü ülkesinde demokrasi, çoğulculuk ve kurumlar kültürünün tamamen ortadan kalkmasıdır!