Geçtiğimiz pazar günü ‘Muhafazakarlar’, İngiliz partilerinin yıllık konferans dönemine son noktayı koyarak Manchester’da konferanslarının çalışmalarına başladı. Yıllık konferans düzenlemek, bilindiği gibi destekçilerine saygı duyan ve onlara her yıl kendi partilerinin kararlarına katılma fırsatı veren dünyadaki tüm partilerin takip ettiği bir gelenektir. Konferansın başlamasıyla birlikte bir birey olarak parti liderleri ve bir önder olarak sorumlulukları arasında ayrım yapılması ve bu şekilde hesap verme ilkesinin yerine getirilip geçen yıl boyunca nasıl bir rol oynadıklarının değerlendirilmesinin yapılması gerekir. Ancak politikacı kendi varlığını empoze ettiğinden ve bazen olumlu ya da olumsuz yönde politikalarında aşırı gittiğinden bu ilkeye her zaman bağlı kalınmamaktadır. Dört ülkeden oluşan Birleşik Krallık ile ilgili hemen hemen her şey gibi, İngiliz parti konferanslarının da onları diğerlerinden ayıran özellikleri var. Bu özelliklerden biri şu ki, iktidar partisi son konferansı verir ilkini değil. İlkini muhalefetin en büyük partisi olan İşçi Partisi verir, ki bu geçtiğimiz temmuz ayında gerçekleşti. Bunların arasında da merkezci parti yani Liberal Demokratlar konferans verir ve bu da geçtiğimiz ay oldu.
İktidar partisinin konferansının geç gelmesinin iktidar mevkileri için rekabet eden partilerin programları hakkında bilgi edinme fırsatı verdiği ve bunun gelecekteki seçim savaşlarında seçmenlerin oylarını toplamayı amaçlayan programlarında rakiplerin önerdiği projeleri ele alan bir program geliştirmelerini sağladığı aşikâr. Bu bağlamda insanları, yaşam sorunlarının çözümünün ancak şu veya bu partiye oy vermekle mümkün olacağına inandırmak için yoğun bir rekabet de yaşanıyor. Ancak bu ilk bakışta göründüğü kadar kolay değil. Batıdaki çeşitli demokratik toplumlarda, farklı politikalarıyla parti politikacıları ile insanların çoğu arasında bir güven kaybı yaşanıyor. Özellikle İngiltere’de sorun daha derin görünüyor. Bu doğrultuda, Muhafazakar Parti’nin büyük şehirlerde, köylerde ve kırsalının içlerinde partinin geleneksel destekçileri de dahil olmak üzere genel seçmenlerle yaşadığı krizin çok derin olduğu söylenebilir.
Krizin kaynağı çeşitli nedenlere dayanmaktadır ve bunu Rishi Sunak’ın şahsı veya başkanlığını yaptığı hükümetle sınırlamak ne objektif ne de adil olur. Belgelenmiş gerçekler şunu gösteriyor ki, Muhafazakar Parti’nin seçmenlerle ilişkilerindeki bozulma, David Cameron’un parti içindeki yalnızlaşma taraftarı sağ akım karşısında zayıflamasıyla ortaya çıkmaya başladı. Cameron o dönemdeki zayıflığının ardından 16 Haziran’da Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılma referandumu kumarına girdi. O gün yedi yıllık İngiliz kuraklığı başladı ve bu hala da devam ediyor. Cameron’un partinin seçim programında yer alan bir maddeyi uyguladığı doğru. Ancak partinin 2015 seçimlerinde ezici zaferini sağlayan şey, yalnızca AB’den çıkış maddesi değil, programının tamamıydı. Bu nedenle Cameron çıkış maddesini hemen uygulamak zorunda değildi. Aslında, bir kişi ve bir politikacı olarak siyasi çalışmalarda başarı için gerekli olan dikkate değer düzeyde bir ‘karizmaya’ sahip olduğu düşünüldüğünde, istese bunu erteleyebilirdi de.
Brexit lobisinin zaferi, ardından Theresa May’in iktidara gelmesi, bunu Boris Johnson’un kendi kanadının desteğiyle May’e karşı komplo kurmasının takip etmesi ve bu şekilde May’i devirmesi, akabinde Johnson’un partinin liderliğini ve hükümet başkanlığını devralması, bunu yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınını takip eden karamsar atmosfere rağmen pervasız davranışlar skandalı silsilesinin izlemesi, en nihayetinde de Liz Truss’un sorumluluğu alması ve birkaç hafta başbakanlık koltuğuna geçmesi; bütün bunlar ‘muhafazakarların’ konumunu düşüren ve hatta belki de gelecek yılki seçimlerde zafer kazanma olasılığını zayıflatan depremler niteliğindeydi. İşin daha da kötüsü parti içindeki kanat çatışmaları durmak bir yana daha da kötüleşiyor. Evet, parti konferansı alkışlarla ve havaya kalkan ellerin zafer işareti yapmasıyla sonuçlanacakken gerçek tamamen farklı.