Prof. Dr. Ahmet Abay
Akademisyen
TT

Örnek ve şahit olma bilincini yitirmek

İslam ümmetinin temel vasıflarından birisi de diğer toplumlara örneklik etmesi onların eylemlerine tanıklık yapmasıdır. Bu sorumluluk, İslam ümmetine Allah Teâlâ’nın yüklediği bir görevdir. Bu görevi yerine getirebilmek için de ümmetin diri ve bilinçli olması gerekir.

Ulus devlet düşüncesi ile sarsılan, örselenen ve bilincinden koparılan bu ümmetin yeniden ayağa kalkması ve dirilmesi şarttır. Zira yaklaşık bir asırdır yaşanan zulümler, insanlık dışı eylemler “ümmet” bilincinin ne kadar gerekli olduğunu göstermektedir. Özellikle de son dönemlerde Müslümanların bulundukları coğrafyalarda yaşanan hadiseler bu bilincin gerekliliğini perçinlemiştir.

Sömürgecilik dönemiyle birlikte başlayan yüzeysel Batılılaşma hareketleri, taklitçi gelenekçilikle bütünleşince, İslam toplumlarında toplumsal ve kültürel doku derin bir şekilde bozuldu.[1] Bozulan bu dokunun yeniden onarılması ve canlılık kazandırılması için onu onaracak, diriltecek bir ruha ihtiyaç vardır. Bu ruh, bizzat vahyin kendisidir. Vahiyle bağını koparan toplumların nasıl bir zillet içerisine düştükleri açık bir şekilde görülmektedir.

Vahiy, “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, dağılmayın,[2] Allah’a ve Elçisine itaat edin ve sakın birbirinizle çekişmeyin; aksi hâlde korkuya kapılırsınız da, bütün heybet ve kuvvetiniz kaybolup gider.”[3] uyarısını yapmasına rağmen bu uyarıyı dikkate almayarak bölünen, dağılan ve parçalanan ümmetin unsurları Batı dünyasının oyuncağı haline gelmiştir. Bugün başta körfez ülkeleri olmak üzere birçok Müslüman ülke Amerika ve Avrupa’nın kuklası durumundadırlar. Allah kendilerine pek çok nimet ve zenginlik ihsan etmiş fakat bu nimetlerin kadir kıymeti ve verdiği gücün bilincine varamadıkları için zilletten kurtulamamaktadırlar.  Oysa bu ümmete vahyin yüklediği bir görev vardı: “Ey müminler! İşte böylece sizi, her türlü aşırılıklardan uzak, vahye dayalı, dengeli, ölçülü, uyumlu, âdil, iyiliksever ve orta yolu izleyen bir ümmet yaptık ki, tüm insanlığa karşı hakikate şâhitlik eden güzel örnekler ve âdil şâhitler olasınız ve bu Elçi de size karşı güzel bir örnek ve şâhit olsun…”[4]

“Diğer ümmetlere örnek olma ve şahitlik etme” sorumluluğunun yerine getirilebilmesi için öncelikle “ümmet olma” bilincinin diri tutulması olmazsa olmazdır. Zira daha kendisini bile kurtaracak bir bilinç ve erdeme ulaşmamış bir topluluğun başkalarına örnek olması düşünülemez. İstenilen bilinç ve erdeme ulaşabilmek için de Hakkını vererek, Allah yolunda cihâd etmek, atamız İbrahim’in de izlemiş olduğu o mükemmel inanç sistemini benimsemek, namazı kılmak, zekâtı vermek ve tüm benliğimizle Allah’a bağlanmak gerekir.[5] Bütün bunları yaptığımızda önceki kutsal metinlerde de, bu Kur’anda da bize, “Müslümanlar” adının neden verildiğini anlayacağız ve o zaman Son Elçi’nin, biz müminlere karşı güzel bir örnek ve şâhit olduğu gibi bizler de tüm insanlığa karşı hakîkate şâhitlik eden örnek bir toplum ve âdil şâhitler olabileceğiz.

Ümmetin yeniden diriliğine kavuşabilmesi için yeni bir dil ve düşünce biçimi inşa etmek gerekir. İnşa edilecek yeni dil ve düşünce ötekileştirici, ben merkezci, aşağılayıcı bütün unsurlardan arınmış olmalıdır. Etnik ve mezhebi farklılıkları merkeze alma yerine bunları bir meyve bahçesindeki farklı tatları olan meyveler olarak görüp buranın bütün bu türlerle güzel ve verimli olduğunu kabul etmek gerekir. Aksi takdirde bugün hâlihazırda mevcut durum asla değişmeyecektir. Türkiye, İran, Mısır, Pakistan, Suudi Arabistan, Endonezya ve Malezya gibi İslam coğrafyasında güçlü ve etkin birer figür olarak yer alan ülkeler ümmet bilinciyle değil de etnik ve mezhebi saiklerle hareket edip liderlik mücadelesi yaptıkları için “ümmet” bilinci dirilmemekte ve dağınıklık hali devam etmektedir. Oysa bu devletler “ümmet” anlayışına uygun olarak bir düşünce ve eylem birlikteliği oluşturabilselerdi durum çok daha farklı olurdu. Avrupa ülkelerinin oluşturduğu gibi bir birlik oluşturup dönüşümlü olarak dönem dönem liderlik yürütülebilir ve İslam ümmetini oluşturan bireylerin arzu ettiği birlikte karar alma ve uygulama gerçekleşebilirdi. Ancak üzülerek ve kahrolarak ifade etmek isterim ki bunların şu an gerçekleşmesi sadece güzel bir hayal olarak görünüyor. Çünkü geçen hafta içerisinde Suudi Arabistan’da toplanan “Arap İslam Ortak Olağanüstü Zirvesi”nin sonuç bildirgesine baktığımızda bunu daha iyi anlayabiliyoruz. Zira bu bildirgeye baktığımızda üçte biri zirvenin düzenlendiği ülkenin yöneticilerinin methi, diğer kısmı da; kınar, talep eder, çağırır, teyid eder[6] gibi sadra şifa olmayacak ifadelerle bitmektedir. Bütün İslam âleminin beklediği şu cümleyi maalesef göremedik: “Bütün İslam ülkeleri olarak İsrail hükümetini yaptıklarına son vermediği takdirde ekonomik, siyasi ve askeri alanda her türlü yaptırıma hazır olması konusunda uyarıyoruz!” Hatta Hz. Süleyman örnek alınabilseydi şu sözleri de duyabilirdik:

“Eğer ilâhî hükümlere boyun eğmemekte ısrar edip zulmetmeye ve masumları öldürmeye devam ederseniz,  asla karşı duramayacağınız ordularla üzerinize yürüyeceğiz ve hepinizi aşağılık ve perişan bir hâlde oradan sürüp çıkaracağız!”[7]

Müslümanlar caydırıcı güç olabilecek birlikteliği sağlayabilirlerse işte o zaman mazlumların yüzleri güler, hakikatten mahrum kalanlara hidayet yolu gösterilir ve “ümmet” caydırıcı bir güç olarak insanlığın refaha ulaşmasına katkı sunar ve onların sıkıntılarına çare olur. Bunun tek yolu da Allah’ın bizlere verdiği bilgi, beceri, yetenekleri ve imkânları en iyi şekilde kullanarak, vahyin ortaya koyduğu hayat programını hâkim kılmak için, hem bizleri yoldan çıkaran azgın ihtiraslara, hem de yeryüzünde bozgunculuk yapan ve fesat çıkaran zalimlere karşı mücadele-cihad etmektir.

[1] Atasoy Müftüoğlu, Ümmet Bilinci, (İstanbul: Mahya Yayıncılık, 2021), 9

[2] Al-i İmran 3/103

[3] Enfal 8/46

[4] el-Bakara 2/143

[5] Hac 22/78

[6] https://www.iletisim.gov.tr/turkce/haberler/detay/arap-islam-ortak-olaganustu-zirvesi-sonuc-bildirgesi, 13.11.2023

[7] en-Neml 27/37