İsrail ile ABD’nin, Suriye’de ve Lübnan’da ahtapotun kolları gibi geniş bir vekil ağını idare eden İran Devrim Muhafızları liderlerine ve karargâhlarına yönelik yaygın takibi, farklı bir politikanın ve kontrolden çıkan Tahran’ı durdurma çabasının habercisidir.
Suriye’de ve Lübnan’da birçok saldırı gerçekleşti. Bu bağlamda en son Suriye’nin başkentindeki Mezze semtinde beş saldırıya şahit olundu.
Peki, bu saldırılar karşısında İran, Suriye’deki varlığını ve ilgili bölgelerdeki faaliyetlerini azaltmak zorunda kalacak mı? Tahran’ın düşmanları, bu karşı savaş yoluyla en sonunda Tahran’ın kollarını kesip, onun doyumsuz hırslarının önünü alabilecek mi?
Görünüşe bakılırsa İran siyaset, ideoloji ve petrol düzeyinde bölgenin kararlarını ve topraklarını kontrol eden vurucu bir bölgesel güç haline gelme hedefiyle faaliyetlerini hızlandırıp genişletiyor. İran’ın vekilleri meselesi, kırk yılı aşkın süredir yaşanan bir sorun. Beyrut’ta sınırlı adam kaçırma operasyonlarıyla başlayıp, ABD Büyükelçiliği’nin bombalanmasıyla devam etti. Zamanla bu vekiller, bitimsiz bir savaş halinde İran’ın en güçlü silahı halini aldı. İran; Lübnan’da Hizbullah, Yemen’de Husi Ensarullah, Irak’ta milisler ve Hamas ile İslami Cihad gibi kollarının gücünü ve kullanım alanlarını her genişlettiğinde İsrail’i, ABD’yi ve bölge ülkelerini zor bir çıkmaza sokup, onları kuşatıyor.
Kararlarını kendi almayan ve sivillerin arasında saklanan silahlı yerel örgütlerle nasıl savaşılabilir? Oyunun eski kurallarını sürdürüp, onları hezimete uğratmayı umarak milislerle mücadeleyle yetinmek mümkün mü?
Güce sahip olmak, onun kullanılacağı anlamına gelmez. Gücün bir sınırı var. Dolayısıyla korkunç derecede yıkıcı yeteneklerle silahlanmış büyük güçler, bu yetenekleri ancak çatışmanın gereklerine göre kullanır.
Washington’a göre bugün İran’ın abartılı şekilde yayılması ve savaşlar başlatması, son derece tehlikeli bir aşamaya ulaştı. Nitekim Tahran’ın bölgesel ağlarını kullanma politikasında, alışılmışın dışında iki önemli gelişme yaşandı ve bu sayede Tahran’ın gücü ve mesafesi arttı. Şöyle ki; Hamas’ın ekim ayında İsrail’e karşı gerçekleştirdiği saldırı, bu hareketin operasyonlarında olağan düzeyin üzerine çıktı. O kadar büyüktü ki İsrail bunu varlığına yönelik bir tehdit olarak değerlendirdi. Husilerin Kızıldeniz’deki uluslararası ulaşım hatlarına yönelik eşi benzeri görülmemiş saldırıları da yeni bir çatışma dönemi başlattı.
İstenen bedel nedir? Tahran’ın, nükleer güce sahip olma çabası dışında gerçekleştirilebilecek talepleri var mı? Birkaç bölgede biraz nüfuzla yetinecek mi?
Kapsamlı Anlaşma, nükleerin başlı başına bir hedef olmadığını ortaya koyarken, İran’ın bu yayılmasının bir sınırı olmadığını gösterdi. Son on yıllar gösterdi ki İran rejimini ve davranışlarını anlamaya çalışmak, zorlu bir süreç. Gerçekleştirdiği ya da ona nispet edilen son operasyonlar, ona karşı uluslararası gerginliğin artmasının bir sebebi olabilir. Başarıları ne olursa olsun, gücün bir sınırı vardır. İran bugün pek çok güce karşı haddini aşıp, daha önce mevcut olmayan sorunları beraberinde getiriyor.
Pakistan’ın İran topraklarına karşı hava ve füze kuvvetlerine başvurması, gizemini koruyan ciddi bir gelişmedir. Bu gelişme neden yaşandı ve nereye gidecek? Pakistan ve İran, Belucistan’ın ayrılıkçı faaliyetlerine karşı koyma noktasında buluşuyor. İki ülke arasında bu ayrılıkçılara karşı senelerdir devam eden bir iş birliği söz konusuydu.
Aynı şekilde Kuzey Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bombalanması, her ne kadar Tahran sahada daha güçlü olsa da yeni bir cephe açtı.
Yaralı ve öfkeli ayı İsrail ise kendisini kuşatan vekil ahtapotunu, sadece gerilimin ve çatışmaların hızını artıracak bir baskı ve pazarlık aracı olarak değil, bunun ötesinde gerçek bir varoluşsal tehdit olarak görmeye başladı.
Vekalet savaşları yeni bir durum değil. Ancak İran örneğinde uzun bir zaman diliminde varlık gösteren, pek çok ülkeye sıçrayan, kronik ve çalkantılı bir duruma sebep olan geniş ve işbirlikçi ağlarla yayılıyor. Bu sayede İran nüfuzunu Kızıldeniz’e, Akdeniz’e ve bu ikisinin arasına kadar genişletmesine ve kuzey Araplarının çoğu üzerinde kontrol kurmasına imkân tanıyan başarılı bir coğrafi ilerleme kaydetti.
Tahran ne zaman kendisini bir çatışmanın içinde bulsa, o çatışmadan ucuz kayıplarla ve daha da güçlenmiş bir şekilde çıkıyor. Bugün savaşın ve yıkımın boyutuna rağmen Gazze örneğinde de böyle oldu. Bu, İsrail’in 10 Ekim’den bu yana yurt içinde ve yurt dışındaki İranlı liderlere yönelik birçok bombalama ve suikast operasyonu gerçekleştirme konusunda artan cesaretini açıklıyor.
Başka ihtimallere açık olan bu savaş, Gazze savaşından daha büyük bir savaşa yol açabilir. Ancak İsrail ve İran, doğrudan karşı karşıya gelmeyecektir.
Husilerin Kızıldeniz’deki operasyonları, İran’a dost Çin gibi ülkelerin öfkesini çekti. Hamas şu anda baskı altında varlığını savunuyor. İran’ın karşı koymak için Hizbullah’ın rolünü harekete geçirip, İsrail’in kuzeyinde bir cephe açmak dışında çaresi kalmadı.
İsrail, onlarca operasyon gerçekleştirip Beyrut’un güney banliyösüne saldırdı ve Hizbullah liderleriyle Hamas’ın irtibat subaylarına suikast düzenledi. Ancak İran, Hizbullah’ın sahip olduğu büyük askerî cephaneliğe rağmen karşılık vermekten kaçındı. Şurası muhakkak ki İran, İsrail’in tüm kışkırtmalarına rağmen en önemli silahı Hizbullah’ı riske atmak istemiyor. İran’ın Hizbullah’a ihtiyacı var; Hizbullah, onun Suriye’deki ordusunu ve Lübnan üzerindeki kontrolünü temsil ediyor.
Şiddetli Gazze savaşı, Hamas’ı ciddi anlamda zayıflatacak ve bu da İran ile İsrail arasındaki güç dengesinde Hizbullah’ın önemini ikiye katlayacak. Bu yüzden Lübnan’la bir savaş patlak verirse bu, 1982 yılındaki Beyrut işgalinden bu yana geçen kırk yıl içinde Hizbullah için en büyük tehdit olabilir.
Görünüşe göre Binyamin Netanyahu yönetimindeki İsrail, psikolojik olarak böyle bir çatışmaya ve ileri gidip çatışmalarda en uç noktaya varmaya hazır. Ama İran’la doğrudan çatışmaya hazır değil, çünkü bunun için Amerika’nın desteğine ihtiyacı olacak. Joe Biden yönetimi ise seçimler öncesinde risk almaktan çekindiği için sınırlı çatışmaları büyük çatışmalara tercih ediyor.
İsrail’in 7 Ekim saldırılarından sonra farklı ve daha saldırgan bir politikayla hareket etmeye başladığını kabul etmemiz gerek. Yaklaşık iki yüz rehinenin varlığı onu savaş başlatmaktan alıkoymadı. Taviz vermeye pek hevesli görünmüyor. Savaşı durdurmaya da niyetli değil, hatta Mısır’ı Philadelphia Koridoru’nda sıkıştırmaya hazırlanıyor. Dahası, Suudi Arabistan’ın, İsrail savaşı durdurmadığı sürece ilişkileri müzakere etme projesini sürdürmeyeceği yönündeki uyarılarına da kulak asmıyor.