ABD Başkanı Joe Biden sonunda sözünü yerine getirdi ve İran'a karşı bir askeri saldırı düzenledi.
Kelimenin esnek ve geniş anlamı ile İran'a karşı diyorum, çünkü saldırı ne bizzat İran topraklarını hedef aldı ne de saldırının siyasi amacına ulaşmasını sağlayacak şekilde Tahran rejimini kesin bir askeri yenilgiye uğratma niyeti ile yapıldı.
Son iki Demokrat yönetime ait geçmiş örnekler göz önüne alındığında, beklendiği gibi, hava saldırıları Tahran'ın siyasi ve askeri etki alanı içinde yer alan Arap bölgelerini hedef aldı. Dahası Başkan Biden yönetiminin seçim yılında meydan okumalar karşısında kararsız ve zayıf görünmemesi gerektiğine dair değerlendirmelere dayanarak, psikolojik ve misilleme amaçlı yapılmasına karar verildi.
Önemli olan, İran'ın Suriye Büyükelçisi Hüseyin Ekberi'nin, vakit kaybetmeden bizi teskin ettiği gibi, onlarca Amerikan hava saldırısında tek bir İranlının bile ölmemesiydi. Dolayısıyla caydırıcı mesaj verme hedefinin gerçekleşmediği aşikar. Kaldı ki başından beri bir sonuç alma niyetinin olmadığı da ortada.
Olanlar hiç şüphesiz Washington'un hesapları dahilindeydi. Bu nedenle, Washington’dan son saldırının, Suriye çölünde, Irak-Suriye-Ürdün sınır üçgeni yakınındaki el-Tanf üssüne yönelik saldırıya verilen Amerikan yanıtının sadece bir parçası olduğunu söyleyen hazır bir yanıt geldi.
Büyük Şeytan ve Küçük Şeytan (ABD ve İsrail) ile Direniş Ekseni arasında gerçek silahlarla yapılan her müzakere molasında doğrulanan gerçek şudur; bölgeyi artık angajman kuralları olarak adlandırılan kurallara göre paylaşmak için süregelen rekabet henüz sonuçlanmadı.
Burada, Filistin'deki kardeşlerimizin, şüphecilikten kaçınmayı seçseler bile, davalarını, kaderlerini, hayallerini ve acılarını kullanmak için hiçbir fırsatı kaçırmadığı halde, İran rejiminin kendilerini savunmak için savaşmayacağını artık anladıklarını iddia ediyorum.
Gazze Şeridi'nin yıkımına, on binlerce insanın şehit olmasına ve yaralanmasına rağmen İsrail'i 7 dakikada yok etme misyonu unutuldu.
Pek çok kişi tarafından desteklenen ve inanılan arenalar birliği tabirinin, İran'ın işgal altındaki Arap toprakları ile sınırlı olduğu ortaya çıktı; İran toprakları ise herhangi bir doğrudan misillemeye karşı güvende kaldı.
Ayrıca, İsrail-Lübnan sınır cephesinde bombalamadan kaynaklanan yoğun duman bulutlarına ve patlama seslerine rağmen, askeri operasyonların, en azından İsrail içinde bilerek boşaltılmış yerleşim yerlerini hedef aldığı ve almaya devam ettiği de aşikar.
Dolayısıyla amaç Beyrut'un güney banliyölerinde Hizbullah'ın nüfuz bölgesinde Hamaslı Filistinli lider Salih el-Aruri'nin öldürülmesinden sonra bile, Lübnan içini susturmak ve İran ekseninin itibarını korumaktır. Elbette buna paralel olarak, İsrail'in sadece Gazze'de savaşmasını sağlayarak işini kolaylaştırmak için Washington çatışmanın bölgesel olarak yayılmasının önlenmesinde ısrar ediyor.
Bu durum denizde de geçerli; Kızıldeniz, yukarıda zikredilen müzakere molalarının bir parçası olarak pozisyonların kaydedildiği ve aşırılıkların sergilendiği bir arena haline geldi. Washington bir kez daha Gazze Şeridi sakinlerini yerinden etme savaşında umutsuzca Gazze’yi savunan Tahran rejimi ile parçalı bir şekilde başa çıkmaya dikkat etti. Nitekim geçen yıl 7 Ekim'de yaşananlardan birkaç saat sonra Beyaz Saray'ın Tahran'ın olay ile bir ilişkisi olduğu yönünde hiçbir kanıt olmadığını açıklamakta acele ettiğini bir kez daha hatırlayalım.
Doğrusunu söylemek gerekirse tüm bunlarla Washington ve Tel Aviv'i İran'a, İran halkına, topraklarına, kültürüne, binlerce yıllık geçmişi olan komşuluk ilişkilerine karşı kışkırtmayı kastetmiyorum.
Kesinlikle bunu kastetmiyorum, çünkü İran bölgenin ayrılmaz bir parçası, dahası aramızda yüzyıllardır süren bir kültürel bağ var, biz ondan çok şey aldık ve ona çok şey verdik. Bu kadim toprakların din, düşünce, bilim, kültür, sanat ve yönetim alanlarındaki dahi öncüler açısından Arap ve İslam dünyamıza, hatta tüm dünyaya neler kazandırdığını ancak en kibirliler inkar edebilirler.
Kısacası İran bize yabancı değil, biz de ona yabancı değiliz. Yöneticileri zaman zaman kardeşlik, bir arada yaşama, anlayış ve uzlaşı ilişkilerini inkar etmeye çalışsa da bize yakın olmaya da devam ediyor.
Bugün Tahran ile asıl sorunumuz, Kudüs'ü özgürleştirme sloganı altında Kudüs'ü işgal edenler ile değil bizimle savaşmasıdır. Bu gerçek, Tel Aviv'de bilindiği gibi Washington'da da iyi biliniyor.
Son yıllarda birbirini izleyen Amerikan yönetimleri görünüşte radikal İsrail sağcılarını dizginleme ve onların İran'a saldırmasını engelleme rolünü oynadı.
Bu dönem boyunca Tahran, İsrail ile savaşma ve Filistin'i özgürleştirme bahanesiyle mezhepçi milisleri aracılığıyla Arap topraklarında, özellikle de Irak, Suriye ve Lübnan'da yıkıcı işgallerini genişletti. Faşist Likud sağı da İsrail arenasını tekeline almasını kolaylaştırması için İran canavarı tehdidini abartarak kendisinden yararlandı.
Ardından İran'ın genişlemesinden duyulan korku, bazı Arapların İsrail'i kabul etmesine ve onunla ilişkilerini normalleştirmesine yol açtı. İsrail radikalizmi, diğer bazı Arapları da Tahran Mollalarına ve Devrim Muhafızlarına boyun eğmeye zorlamayı başardı.
Bütün bunlar, Washington'un siyaset, araştırma ve medya alanında rolleri her iki yönde rahatça dağıttığı bir dönemde gerçekleşti.
Arap Maşrık (Levant ülkeleri) devrildi, zenginlikleri yağmalandı, sosyal yapıları parçalandı ve yüzyıllardır geride kalmış dini grupların geniş bir biçimde öne çıkarıldığı süreçlere tanık oldular. Buna rağmen (İsrail destekli ve önerili) Amerikan karar alma merkezleri hâlâ Washington'un Tahran rejiminin çılgınlığına son verme konusundaki isteksizliğine "stratejik gerekçeler" bulmak için yarışıyorlar.