İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

ABD'nin üniversiteleri: Gerçekler ve boyutlar

ABD'deki birçok üniversite kampüsünün sahne olduğu ve olmaya devam ettiği “ayaklanma”, kendisine taşıyabileceğinden daha fazla boyut yüklememek lakin aynı zamanda öylece geçip gitmesine izin vermemek, kendisinden gerçekler ve dersler çıkarmak için gerçekçi ve dengeli bakılıp yorumlanmayı hak eden bir olgu.

Birincisi, Amerikan yükseköğretim kurumları, çeşitli geçmişleri, büyüklükleri ve finansman yöntemleriyle, tüm spektrum ve çeşitliliğiyle Amerikan “panorama”sını yansıtırlar.

İkincisi, ABD'deki popüler ortamların çeşitliliği, kendi topraklarında doğup büyüyen ve onun yapılarından, ihtiyaçlarından ve kaynaklarından beslenen çeşitli eğitim kurumları üretmiştir.

Üçüncüsü, Amerikan yüksek öğretiminin, enstitülerinin ve kurumlarının çeşitliliğinin bir kısmı, ABD'nin ilk yüksek enstitüsünün (Harvard Üniversitesi, 1636) kuruluşundan bu yana tarihi boyunca yaşadığı çelişkilerin bir yansımasıdır. ABD'nin bağımsızlığından önce kendisine sekiz üniversite daha katıldı ve bugün bunlar dokuz "sömürge dönemi üniversitesi" olarak biliniyorlar.

Dördüncüsü, eğitimin büyüyüp serpilmesi özellikle Avrupa'daki bilgi devrimlerine ayak uydurdu ve yerel ekonomik, gelişimsel ve teknik ihtiyaçlar da gelişmesine katkıda bulundu. Bu alandaki belki de en önemli düzenleme, 19. yüzyılda hayata geçen ve uygulamalı uzmanlıkların finansmanını üstlenen Morrill Yasası’ydı. Bahsi geçen yasa kamu yüksek öğrenimini Amerikan eyaletlerinin her birinde üniversitelere tahsis ettiği "hibe araziler" yoluyla finanse ediyor, mühendislik, tarım, veterinerlik ve uygulamalı bilimlerin genelindeki uzmanlıkları destekliyordu.

Bugün ABD'deki siyasallaşmış üniversite hareketi, "yayılmacı veya geçici bir durum"dan ziyade "altta saklı bir durum"dur. Temel olarak, dinsel-mezhepsel uyuşmazlıklar, Harvard mezunu dindar muhafazakar rahipler tarafından prestijli Yale Üniversitesi'nin kurulmasıyla ilk "akademik bölünmeyi" yarattı. Üniversitenin kuruluş nedeni, rahiplerin mezun oldukları okulun "asi özgürleşme eğilimi ve sapkın liberalizmi" olarak gördükleri eğilimi reddetmeleriydi. Sonuç olarak Yale, o dönemde "liberallerin" platformu Harvard'ın karşısında "muhafazakar" Hıristiyanlığın kalesi olarak ortaya çıktı.

Bundan sonra üniversiteler, Protestan-Katolik ayrımına göre ve daha sonra da Protestan kilisesine bağlı çeşitli mezheplere bağlı olarak dini ve mezhepsel olarak çoğaldı. Dahası bazıları dini, bazıları laik olan Yahudi üniversiteleri kuruldu. Sosyal açıdan, birbirine paralel olan kamu eğitim ile özel eğitim sektörleri (dini ve mezhepsel üniversiteler dahil) şekillendi. Daha sonra, Amerikan İç Savaşı'nın ardından ve 19. yüzyılın sonundan önce devlet, başlangıcı Protestan dini geçmişine dayanan "siyahilerin üniversitelerini" onayladı.

Tıpkı Hollywood'un liberallerin aşırı sağcı McCarthycilik olgusuna karşı mücadelesinde önemli bir rol oynaması gibi, üniversite kampüsleri de (özellikle güney eyaletlerindeki) sağcı valiler ve politikacılar ile mücadelenin arenalarıydı. Bu, radikal ırkçıların siyah öğrencilerin beyazların üniversitelerine girmesine izin vermemeleri üzerine 1950'li ve 1960'lı yıllarda ırk ayrımcılığına karşı "sivil haklar hareketinin" yoğunlaşmasıyla birlikte gerçekleşti. O dönemin en ünlü isimleri arasında, ırkçılığa karşı mücadelenin parlak ismi aktivist Rahip Dr. Martin Luther King ve rakibi, (o zamanın) Alabama valisi ve sivil hakların en güçlü muhalifi George Wallace vardı.

Daha sonra, altmışlı yıllarda ve yetmişli yılların başlarında, “Vietnam Savaşı” ve ardından zorunlu askerlik, Amerikan üniversite gençliği neslinin “ayaklanmasında” ve “radikalleşmesinde” temel bir rol oynadı. Bu dönemin en meşhur sahnesi Kaliforniya eyaleti üniversitelerinin, özellikle de California-Berkeley Üniversitesi’nin eylemleri olsa da, 1970 baharında Ohio'daki Kent State Üniversitesi'nde öğrencilerin kanlı bir şekilde bastırılmaları, o dönemin en trajik olayı olarak kabul edildi. Eyalet Ulusal Muhafızlarının ateş açması sonucu 4 öğrenci ölürken 9 öğrenci de yaralanmıştı.

Kent State'te yaşananlar ile birlikte halkın savaşa karşı olduğunu gösteren diğer belirtiler, yalnızca Washington'un Çinhindi savaşlarını ele alma şeklinde değil, aynı zamanda öğrencilerin siyasi farkındalığının yeniden canlandırılmasında da bir dönüm noktası oluşturdu. Amerikan gençliğine, “iktidar kurumunun” zulmüne ve onunla bütünleşen ve etkileşim içinde olan “nüfuzlu lobilerin” hakimiyetine rağmen, toplumlarını etkileme gücüne sahip olduklarını hissettirdi.

Öte yandan, Soğuk Savaş’ın Batılı ABD’nin  Doğulu Sovyet karşısında kazandığı zafer ile sona ermesi, belki de dünyanın geri kalanında olduğu kadar Amerikan toplumu üzerinde de derin yansımalar ve etkiler bıraktı. Tıpkı Avrupa ve Latin Amerika'daki pek çok solcunun Sovyet sosyalizm modelinin çöküşünden derin hayal kırıklığına uğraması gibi, karşıt görüşten birçok Amerikalı da, Washington'un zaferinin, kapitalizmin önerilerinin geçerliliğinin bir teyidi olduğunu düşündü. Dahası bu başarı, muhalifler ile diyalog ve uzlaşma eğiliminde olan ılımlı "merkezci" veya "sağcı" politikacıların değil, "aşırı sağın" kahramanı Ronald Reagan'ın elleriyle gerçekleşmişti.

Gelgelelim Berlin Duvarı’nın yıkılmasından ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonraki dönemde geçim düzeyinde ekonomik durumun gerilemesi, kolektif “gurur” nöbetini hızla hafifletti. Askeri harcamaları teşvik eden düşmanının kaybolması nedeniyle askeri yapının azaltılması, bazı üslerin kapatılması ve bir dizi silah programının durdurulması, olumsuz ekonomik ve sosyal yansımalara yol açtı. Bunun sonucunda, Cumhuriyetçi ve Demokrat partiler arasındaki iktidar değişimine, o zamandan bu yana iki kamptaki radikallerin lehine bir hakimiyet eşlik etmeye başladı.

Gerçekten de ılımlı Cumhuriyetçi başkan baba George Bush'un seçimleri kaybetmesinin ardından ABD, 8 yıl boyunca radikal Demokrat Bill Clinton'ın yönetimi altında yaşadı. Ardından başa gelen radikal Cumhuriyetçi oğul George Bush’un başkanlığından sonra radikal Demokratlar, yine 8 yıl iktidarda kalan Afrika asıllı ilk başkan olan Barack Obama ile Beyaz Saray'ı yeniden ele geçirdiler. Obama yılları, Demokrat selefinin politikalarının tam tersini temsil eden radikal sağcı popülist sloganlar altında Donald Trump'ın seçilmesine güçlü bir katkıda bulunmuş olabilir. Ardından Trump'ın başkanlık dönemi biter bitmez Obama'nın yardımcısı ve onun "hareketli gölgesi" olan Joe Biden başkanlığı kazandı. Pek çok kişi, Cumhuriyetçi "sağ" ile radikal Demokrat "sol" arasındaki popüler ayrımın kötüleştiği bir dönemde gelecek seçimlerde Biden’ın Trump ile yeniden kozlarını paylaşacağını tahmin ediyor.

Böyle bir ortamda üniversite kampüsleri kurumuş ve yangınlara açık hale gelmiş tarlalara benzediler. Gerçekten de, Kovid-19 salgınının yansımalarının, Washington'un Rusya ve Çin ile ilişkiler ve özellikle de Ukrayna savaşı ve Tayvan'ın geleceği konularında artan kafa karışıklığının, daha sonra da Gazze savaşının, uluslararası medyanın her gün belgelediği açık katliamlara dönüşmesinin ardından, Amerikalı gençlerin yanı sıra ABD'de yaşayan gençlerde de Cumhuriyetçi ve Demokrat parti “elitleri”nin gereken bilgelik, sorumluluk ve insanlık düzeyinde olmadığı inancı güçlendi.

Bu güven bunalımı gençleri üniversite kampüslerinde mümkün olan ve kendilerine sunulan şekilde itiraz etmeye yöneltti ki bu da normal.

İktidar sistemindeki iki elit grubun, ister yürütme ve yasama organlarındaki temsilcileri aracılığıyla, isterse onlarla bağlantılı ve etkileşim içinde olan güçlü çıkar temelli "lobiler" aracılığıyla gösterdiği abartılı tepkinin aksine, normal olan budur.