Dünya Ekonomik Forumu'nun birkaç gün önce Riyad'daki özel toplantısında dünyanın mali koşulları, meseleleri ve günlük kaygıları ile ilgili acil konular açısından büyük başarılar elde edildi. Ne var ki, Suudi Arabistan Krallığı'nın sunduğu ve Filistin meselesini yeniden gündeme getiren, yaklaşık 7 aydır özellikle Gazze'de yaşanan ölüm ve yıkım manzaraları nedeniyle acı çeken insanlığın kalbine yerleştiren diplomatik destek sayesinde, en büyük kazananın Filistin meselesi olduğunu söylersek abartmış olmayız.
Veliaht Prens Muhammed bin Selman, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ile yaptığı görüşmede, Krallığın devam eden gerilimi durdurmak, bölgede yayılmasını önlemek amacıyla tüm uluslararası ve bölgesel taraflarla iletişim kurmak için her türlü çabayı gösterdiğini, ayrıca Filistin halkının zorla yerinden edilmesi yönündeki çağrıları da kesin şekilde reddettiğini bir kez daha vurguladı.
Riyad Bildirgesinde Krallık, Filistin halkına, kurucu babası Kral Abdulaziz bin Abdurrahman Al-Suud'dan günümüze nesiller boyu aktarılan kalıcı desteğini yeniledi. Bugün Filistin halkının onurlu bir yaşam için meşru haklarını, yarın kendi ulusal topraklarında, zorla yerinden edilme planları veya hileli gönüllü transfer projeleri olmadan, adil ve kalıcı bir barış içinde yaşamaya dair özlemlerini her şeyin önünde tutan kararlı duruşu ile Arap ve İslami asaletini bir kez daha gösterdi.
Son Davos forumu, bir anda genel olarak Gazze halkının ve özellikle Refah şehrinin yaklaşık 2 milyon sakininin sıkıntı içinde olduğu dönemde, Filistin davasını desteklemeye yönelik uluslararası, Arap, İslam, ABD ve Avrupa konferansına dönüşmüş gibi göründü.
Ne istediğini çok iyi bilen Suudi Arabistan diplomasisinin ileri, etkili ve başarılı rolü açıkça görüldü. Bu da Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan'ın açıklamaları ve Filistinlilerin Batı Şeria ile Gazze'deki mevcut durumuna yönelik işaretleri ile çok açık bir şekilde ortaya konuldu. Bu nedenle, "Filistin devletini kurmak için inandırıcı, geri dönülemez bir yol" bulma ve Yahudilerin "Sina çöllerindeki kayboluşundan" daha uzun süren "Filistinlilerin kayboluşunu" sonlandırma çağrısında bulunuldu.
Riyad Bildirgesi, kimseden korkmadan gerçekleri dillendirme gücünü gösterdi. Filistin halkının Gazze'de yaşadığı açlık karşısındaki uluslararası sessizliği, İsrail'in geniş çaplı bir askeri operasyon gerçekleştirdiği Gazze Şeridi'ndeki Nasır Hastanesi’nde ortaya çıkarılan ve en temel insani standartların hiçe sayıldığını yansıtan toplu mezarlar gibi insanlığa karşı işlenen suçları kınadı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun, bu satırların yazıldığı ana kadar Hamas'ın elinde bulunan İsrailli rehineler konusunda anlaşmaya varılsın ya da varılmasın, kendisine yönelik askerî harekâtta direten açıklamalarının büyük tehlikelerin kapılarını aralayacağı Refah'taki potansiyel felakete değindi.
Riyad Bildirgesinin en samimi yanının, İsrail'in dayandığı askeri eylemlerin bir arada yaşamaya hizmet etmediğine, halklar ve uluslar arasında barışı sağlayan kanallar sunmadığına, aksine, nefretleri derinleştirip, düşmanlıkları kökleştirdiğine dürüstçe işaret etmesi olduğunu söylemeye gerek yok. Bildiri ayrıca bundan yalnızca ölüm, ateş ve yıkımdan oluşan bir kısır döngünün içinde dönen aşırılıkçı sloganlara, kökten dinci inançlara sahip olanların faydalanacağını ifade etti.
Netanyahu hükümeti, iki devletli bir çözüm istemediğini açıkça deklare ediyor ve uluslararası kararları reddediyor. Diğer yandan yerleşimci hatta sömürgeci eğilimin sürmesi, tarihi Filistin topraklarından geriye kalan çok az topraktan da parçalar kopararak, iki devletli çözümün kapısını fiili bir şekilde kapatıyor.
Riyad Bildirgesi dünyanın önüne gerçekleri koydu. Bunu da hem Altılı Arap Komitesi'nin ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken ile yaptığı toplantı hem de Arap-İslam-Avrupa toplantısı aracılığıyla gerçekleştirdi. Birinci toplantıda, insani krizin daha da kötüleşmemesi için Gazze Şeridi'nin her bölgesine insani yardım girişini engelleyen tüm kısıtlamaların kaldırılmasına yönelik mekanizmalar tartışıldı. İkinci toplantıda ise iki devletli çözüme destek ve tarihi haklara sahip mağdur bir halkın arzularını gerçekleştirecek şekilde Filistin devletinin tanınması meselesi ele alındı.
Yumuşak güç ve kalıcı barışın tarihsel olarak kendisi için bir anlam taşımadığı Netanyahu hükümeti, “sert güce” güvenerek, bir kerede ve sonsuza kadar istediğine ulaşacağını düşünüyorsa yanılıyor. Tel Aviv'deki savaş hükümeti, Amerikan kamuoyunda, hükümetinde, halkında ve Avrupa toplumunda yaşanan radikal dönüşümleri görmezden gelerek hata yapıyor.
Beyaz Saray'da ve ABD Dışişleri Bakanlığı'nda her geçen gün bir Filistin devleti kurulması çağrısında bulunan sesler yükseliyor. Amerikan sokaklarında, onlarca yıldır ezilen ve hapsedilen Filistinliler için adalet çağrısı yapan, hızlanan bir öğrenci ve medya hareketi var.
Avrupa'da, Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, bloğun birçok üye devletinin, bu Mayıs ayı sonuna kadar Filistin Devleti'ni tanımasının beklendiğini belirtti.
Suudi Arabistan diplomasisi İsrailli ve Filistinli taraflar için bir tür adalet ve barış amaçlıyor. Son Davos forumunda yaşananlar, zalime haksızlıklarına son verme, mazluma da hakkını savunma çağrısıdır. Riyad, ölümlere alışkın bir bölgede Filistin sorununa çözüm bulmanın ve daha fazla tarihi acıların önlenmesinin her iki tarafın, bölgenin ve uluslararası toplumun çıkarına olduğuna inanıyor.
Genelde Ortadoğu bölgesinin, özelde ise İsrail'in uğradığı kayıp, 22 yıl önce Suudi Arabistan Krallığı tarafından 2002 yılında Beyrut'ta düzenlenen Arap Zirvesi'nde önerilen Arap Barış Girişimi'nin reddedilmesinin sonucudur.
Riyad Bildirgesi, tedbirli ve dikkatli olma, yaşam ve barış için yollar açma çağrısında bulunan son bir alarm zilidir. Bu sefer bu zile kulak veren kulaklar olacak mı?