Hazım Sağıye
TT

Geçiş ikiliği aşaması ve ABD'nin gerekli olan rolü

Irak'ın Lübnan Hizbullahı ve Husi Ensarullah'ı terör örgütü olarak sınıflandırması ve varlıklarına el konulmasını talep etmesi, İran destekli milis gruplar dönemini sona erdirme yolunda atılmış bir ilk adımdır.

Ancak, sehven olduğu bahanesiyle bundan hızla geri adım atmak, hatalı bir gerekçelendirme ile o dönemi sürdürmeye çalışmaktır.

Bu iki karşıt adım, Bağdat'ta henüz sonucu kesinleşmemiş bir iç çatışmaya işaret ettiği için önemli ve anlamlı. Üstelik her iki adım da, önemli iç arzuları ve boyutunu, yoğun, sürekli dış baskıları temsil ediyor.

ABD'nin muhtemelen benimsenmesi için baskı yaptığı sınıflandırma, özellikle çatışmaların doğrudan cephelerde fiilen sona ermesi nedeniyle, bölgesel askeri çatışmalardan çekilmek isteyen, ayrıca, beliren DEAŞ tehdidi ve boğucu İran baskısı gölgesinde ABD ile olumlu bir ilişki sürdürmeyi amaçlayan Iraklı kesimlere yöneliktir.

Muhtemelen Tahran'ın baskısı ile bu sınıflandırmadan geri adım atılması ise milislerin kontrolüne, kilit devlet kurumları üzerindeki ekonomik nüfuzuna ve tükenmiş ve dağılmakta olan direniş eksenine bağlılığa sıkı sıkıya sarılan diğer Iraklı kesimlere yöneliktir. Bu yaklaşımı benimseyenler, milislerin nüfuzunu destekleyen İran ile münhasır ilişkiyi sağlamlaştırmaya ve dolayısıyla ABD’nin tüm nüfuzunu ve onunla olan her türlü ilişkiyi bitirmeye çalışıyorlar.

İç ve dış unsurların iç içe geçtiği böyle bir çatışmanın bir süre daha devam etmesi muhtemel. Ancak bu dönemin, potansiyel sıkıntılar ve zorluklar içerse bile, uzun sürmemesi de muhtemel. Zira Irak'taki milis döneminin mirası etkileyici ve sonuçları parlak değil, keza İran'ın çökmüş hali de güvenilir bir destek kaynağı değil.

Her ne olursa olsun, Irak’ın bu kararı ve ardından gelen geri adım, ülkenin iniş çıkışlar, belirsizlikler ve hatta belki de aksiliklerle dolu bir yol izlese bile, bir ikilik dönemine girdiğini gösteriyor. Lübnan da benzer bir dönemden geçiyor, ancak kendi tarzında. Eski büyükelçi Simon Karam'ı Mekanizma komitesinde Lübnan heyetinin başına atayarak Cumhurbaşkanı Joseph Avn, daha önceki çekingen tavrını değiştirdi ve Hizbullah'ın öfkesine maruz kaldı. Bundan önce Hizbullah, tüm eleştirilerini sürekli olarak Başbakan Nevaf Selam'a yöneltmişti. Hizbullah'ın geleneksel müttefiki olan Meclis Başkanı Nebih Berri bile, önceki tutumundan vazgeçerek, kendisini onaylamakla karşı çıkmak arasında, Karam’ın atanmasından haberdar olmakla bilgisi olduğunu inkar etmek arasında gidip gelen daha muğlak bir konuma yerleştirdi.

Bunun da ötesinde bazıları, Hizbullah'ın kendisini veya en azından bir kanadını da bu değişim listesine ekliyor. Zira bazı gözlemcilerin öne sürdüğüne göre, bunların, Berri'nin bu tutumu benimseyeceğini bilmemeleri mümkün değil ve Berri'nin onayı aracılığıyla onayladıkları karara karşı çıkmaktan başka yolları yok. Naim Kasım, son konuşmasında diplomatik girişime verdiği desteği silahları teslim etmeyi reddetmekle birleştirse de, Hizbullah’ın hükümetteki temsilcilerinin ne istifa ettiğini ne de bakanlık görevlerini askıya aldığını hatırlatmalıyız. Hizbullah'ın bugünkü açıklamalarını ve eylemlerini inceleyen herkes, içinde bulunduğu zor durumu gösteren bir kafa karışıklığı ve çelişki tablosuyla karşılaşacaktır.

Irak'ta olduğu gibi, Lübnan'daki gelişmeleri de Amerikan baskılarını dikkate almadan tartışmak zor. Bu baskılar ve kendisini uygulayan çok sayıdaki elçinin haberleri gazetelerde, televizyonlarda ve sosyal medyada geniş yer buluyor.

Ahmed eş-Şara yönetimindeki Suriye'ye gelince, değişimin farklı doğasına rağmen, dönüşüm ve buna verilen tepki gibi bundaki Amerikan rolü de bir sır değil.

Yeni Suriye rejimi hakkında olumlu ya da olumsuz ne söylenirse söylensin, direniş ve İran nüfuzu artık ülke ve halkı için geçmişte kaldı. Bu arada, ABD, Şam ve Tel Aviv arasında, İsrail'in tekrarlanan saldırılarının kesintiye uğratamadığı güvenlik müzakerelerine sponsorluk yapıyor. Yeni kurulan Suriyeli el-Sevra gazetesinin başyazısına göre, “Suriye hükümeti şu aşamada İsraillilerle açık bir savaşa girmeyi düşünmüyor, çünkü bu, Suriye'nin parçalanmasına ve devleti inşa etme konusunda tarihi bir fırsatın kaçırılmasına yol açabilir ve Netanyahu'nun da böyle olmasını umduğuna şüphe yok.” Ne var ki İsrail'in sayısız ve kasıtlı provokasyonuna rağmen, Suriye hükümeti itidal gösterdi ve İsrail’in saldırganlığını dizginlemek için Arap devletleri aracılığıyla resmi kanallara başvurdu.

Yukarıda bahsedilen gelişmeler, farklılıklarına ve çeşitliliklerine rağmen, İran depreminin yansımaları kapsamında yer alıyor ve bu depremin bazı belirtileri İran'ın kendisinde de görülebiliyor. Sanki batan bir gemiden çaresizce kaçışa tanık oluyoruz. Ancak İsrail'in arzusu, bu yenilgiye uğramış bölgenin seçeneksizliğinden ve zayıflığından faydalanarak, bölgenin İran gemisinden kendi gemisine geçmesi. Nitekim Lübnan ve Suriye'deki saldırıları devam ederken, “Israel Today” gazetesi İsrail ordusunun Gazze, Suriye ve Lübnan'da “varlığının uzun süreceğini” duyuruyordu.

Geçiş aşamasını ve zorluklarını küçümsemeden, bugün mevcut tek seçenek, bir gemiden diğerine geçişi engellemek için gerekli olmayı sürdürecek Yahudi devletine yönelik Amerikan baskısıdır. Umarız bu baskı ciddi ve verimli olur.