Geçen haftaki yazımda insan aklının tek düzeyli olmadığından bahsetmiştim. Günlük yaşamımızı yöneten pratik bir akıl ile madde ve olayların gerçekleri üzerinde düşünen ve anlamlarını çözen teorik bir akıl vardır.
Bu ayrım, Yunan filozoflarının yazılarında yaygın olduğu ve onlardan Müslüman alimlere, sanırım Ebu Nasr el-Farabi aracılığıyla aktarıldığı için yeni değil. Aristoteles İlk Muallim (öğretmen) olarak bilindiği için Farabi’ye “İkinci Muallim” unvanı verilmişti. Farabi, Aristoteles'in çeşitli kitaplarından aklın tanımlarını toplamış ve bunları "Akıl Üzerine İnceleme" adlı eserinde kısaca sıralamıştı.
Bu ayrımın yanı sıra fıtri akıl kavramının, Müslümanlar daha Yunan felsefesiyle tanışmadan önce, erken İslam döneminde bilindiğine dair işaretler var. Hepsi yayınlanmış ve bazılarının isnadı zayıf, bazılarının da güçlü Peygamberimiz Hz. Muhammed’den (s.a.v) rivayet edilen hadisler ile Hz. Ali bin Ebi Talip ve diğerlerinden nakledilen sözlerde bu 3 akıl düzeyine güçlü atıflar vardır. Bu konuda açık metinler bulunmaktadır.
Bu rivayet ve sözler, doğal akıl ya da natüralist akıl denilen ve deneyim öncesi akıl anlamına gelen fıtri akıldan söz eder. Çağdaş felsefede bunlara “A priori” (önsel ilkeler) denir. Bunlar -esas olarak- insanın doğuştan sahip olduğu, yapısal olarak donatıldığı ve hayata ilk adımlarını atması için gerekli olan bir kurallar bütünüdür. Bunlar arasında, insanlar (örneğin anne ve baba) ile cansız nesneleri ayırmanın yanı sıra sevinci, acıyı ve benzerlerini ifade etme biçimi de dahil olmak üzere, hayatta kalmak için gerekli olan içgüdüler vardır. Ancak filozoflar bunlara, aklın karşıtların bir araya gelmesinin imkansız olduğunu idrak etmesi ve bir olay ile nedeni arasında bağlantı kurması gibi tamamen rasyonel konuları da eklediler. Bu konuların, kişi sezgisel olarak farkına varsa bile reşit olmadan önce netleşip açıklığa kavuşmadığı anlaşılmaktadır. John Locke ve David Hume gibi ampirist filozoflarsa tüm akılsal meselelerin deneyim ürünü olduğu, bundan önce akılda yalnızca, kabul edilen anlamda akılsal süreçler olarak kabul edilmeyen saf içgüdüler bulunduğu gerçeğinden hareketle, bu görüşü reddetmişlerdir.
Şimdi teorik ve pratik akıllar arasındaki ikili ayrıma gelelim. Pratik akıl, istisnasız tüm insanların kullandığı akıldır. Yiyecekten giyime, işine ve insanlarla ilişkilerine kadar hayatının her alanında ihtiyaç duyduğu için bu akıl seviyesini kullanmayan bir kimse olduğunu düşünmüyorum. Bir kişinin grubun emirlerine boyun eğmesinden ve kalabalığa uymasından (sürü davranışı) bahsettiğimizde, bu düzeydeki akıldan, yani genellikle günlük yaşamın yönetilmesinde kullanılan akıldan bahsediyoruz. Tanım gereği bu akıl, gereksinimlerine yanıt vererek veya onlarla etkileşime girerek doğal veya sosyal çevreyle olan ilişki çerçevesinde tanımlanır.
Teorik akla gelince, insanların çoğunluğu tarafından en basit düzeyde, sorunlarla karşılaşıldığında kullanılır. Kişi bir fikir veya durumdaki çelişkilerden kurtulması gerektiğinde, yaşamsal, işlevsel veya bilişsel problemler için kalıpların dışına çıkan, yani alışılmış veya tanıdık olmayan çözümler arama çabasına girer.
Daha yüksek seviyelere gelince, Fransızların dediği gibi “özün özü”nü, yani bilim adamlarını, mucitleri, kaşifleri, sanatçıları, filozofları, uzmanları, finansörleri ve politikacıları bulursunuz.
Bu küçük grubun, dünyanın doğusundaki ve batısındaki akıl sahibi on milyonlarca insan arasından temeyyüz etmelerinin nedeni, tesadüf ya da güçlü bir desteğe sahip olmaları değil, tanıdık ve alışılmışın duvarını delmeyi başarmalarıdır. Milyonlarca insanın hayatını değiştiren, hayatlarını iyileştirmeye katkıda bulunan yeni fikirler ortaya koymalarıdır. Özelde bu grubun, genel olarak da yaratıcı insanların ve bilim adamlarının varlığı, aklın ne kadar büyük bir değer taşıdığının ve yaşamı değiştirmedeki rolünün delilidir. Bu, her akıllı kişiye, akla ve onun yaşamı değiştirme gücüne güvenmeye yönelik bir davettir ve elbette, onun insan toplumunu yönetme ve reform etme gücünden şüphe duyanlara da bir yanıttır.