Hazım Sağıye
TT

Ama biz bir devlet kurmadık

Hizbullah'ın Lübnan'a sağladığı “koruma” ve “güç” teorilerinin çöküşünün ardından, yeni polemik argümanlara duyulan acil ihtiyaç gölgesinde, bizzat Hizbullah’ı savunan çevrede Lübnanlıların bir devlet kurmadıkları, kurmamalarının nedeninin de mezhepçilik ve bunun sonucunda ortaya çıkan yolsuzluk ve kotalar olduğu dillendirilmeye başlandı. Durum böyle olduğu için de yapılan her eylem minimum düzeyde mazur, maksimum düzeyde şanlı görülebilir.

Gerçek şu ki, Lübnan devletini savunmak ya da yapısal eksikliklerden kurtulduğunu iddia etmek her zaman zor bir işti ama bu zorluk, bu tür çarpık eleştirileri, bunları yapanları ve bağlı oldukları yeri kabul etmenin zorluğundan çok daha az olmayı sürdürüyor.

Dikkate değer olan, “bir devletin inşa edilmediğini” savunanların eleştirilerini geleneksel ve özel olarak Lübnan siyasi deneyimine yöneltmeleri ve Maşrık’taki (Levant) güvenlik ve askeri rejimleri devlet kurmadıkları için eleştirmemeleridir. Söz konusu rejimler devleti tek parti, toplumun ve vatandaşların göğsüne çökmüş baskıcı bir otorite olarak anladıkları için Lübnan modeline yöneltilen eleştirileri, onun askeri rejim olmamasına ve güvenlik karakterinin zayıf olmasına yönelik bir eleştiri olarak ele almamız mümkündür. Dahası onlarca yıldır bu rejimler, özellikle de Esed Suriyesi, Saddam Irakı ve onlarla birlikte Kaddafi Libyası, “ulusal” ve “ilerici” olarak tanımlandılar. Silahları ve paraları da devlet kurmamakla tanımlanan Lübnan modelini baltalamak için kullanıldı.

Denetim, ceza, önleme, boykot, karalama ve kınama talepleriyle dolu olan eleştiri literatürüne, bölgedeki askeri diktatörlük rejimlerinden Avrupa'nın daha önce tanıdığı totaliter rejimlere kadar uzanan fikirsel ilham kaynaklarına gelince, hepsi de eleştirenlere ve onların eleştirilerine ilişkin en kötü varsayımları düşünmeyi teşvik ediyor.

Gerçek şu ki, 1943'te Lübnan'ın bağımsızlığını kazanmasının üzerinden yalnızca 15 yıl geçmişti ve yeni kurulan Lübnan devletini parçalamaya yönelik ilk girişim gerçekleşti. Birleşik Arap Cumhuriyeti'nin bize cömertçe ve fazlasıyla bahşettiği silahlarla ve şiddet ile söz konusu girişimde bulunuldu. Her ne kadar merhum Başkan Fuat Şahap'ın altmışlı yıllarda devleti ve kurumları inşa etmeye yönelik ciddi bir projeye giriştiğine dair fikir birliği olsa da eleştirmenlerimizin, aynı on yılın sonunda kurumları Filistin direnişiyle çatıştığı anda, bu projeye karşı muhalefeti destekledikleri ve projeyi tecritçi olarak sınıflandırdıkları açık ve net.

Ellili ve altmışlı yıllarda Nasırcılığın, altmışlı ve yetmişli yıllarda ise Filistin direnişinin tarafını tutmalarından, eleştirmenlerimizin vatansever ve milliyetçi olarak tanımlanan ve pratikte milisçi kibre, toplumun mezhepsel çizgilere göre bölünmesine dayanan bir güç devletini, ideal devlet türü olarak gördükleri açıktı. Egemenlik meselesi ve sınır meselesi hiçbir zaman gündemlerinde olmadı ve “vatan”, “yurtseverlik” ifadeleriyle kastedilenin Lübnan olması onlar için kınanacak bir konuydu.

Lübnan rejiminin iç çelişkilerinin, Ortadoğu haritasını ve dünya koşullarını etkileyen çatışmalara yol açtığı gibi bir çocuğu ikna edemeyecek şeylere bizi ikna etmek için de her zaman “objektif analiz” görevlendirildi. Bu “analiz”, Lübnan'ın hatalarını tasvir etmedeki alışılagelmiş abartmanın bir parçası olarak “bizim bir devlet kurmadığımızı” vurgularken, Lübnan'ın iç işlerine yönelik şiddetli dış müdahaleleri ve girişimleri temize çıkarıyordu ya da dikkati onlardan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Bu “objektif analize” göre 1966 yılında İntra Bank’ın çöküşü anlaşılmadan 1975-1976 arasındaki “İki Yıl Savaşı” anlaşılamaz. 2005 yılında Refik Hariri'ye düzenlenen suikastın etkisi, Hariri'nin izlediği “vahşi kapitalizm” politikası gerekçesiyle hafifletildi. İran'ın Lübnan'a müdahalesi ise Lübnan devletinin ve toplumunun İsrail'e, Siyonizm'e ve onun arkasındaki emperyalizme karşı direnişinin güçlendirilmesi başlığına dahil edilebilir.

Ancak bu analizin ayıbı başka bir yerde yatıyor; devlet veya kurma kelimelerinin taşıdığı herhangi bir anlamda bir devlet kurmadığımızı kabul etsek bile, bu, eksik kalmış bir devleti daha da eksik hale getirerek sona erdirmeyi, daha güçlü silahlara ve orduya sahip, istediği zaman savaş başlatıp bitirecek kendisine paralel bir devleti onaylamayı meşru kılıyor mu? Taşıdığı her anlamla mezhepçiliğin devletin kurulmasına engel olduğunu kabul etsek bile, bu, dini ve mezhepçi olduğu, böyle olmasının ötesinde liderliğini din adamlarıyla sınırladığı bilinen Hizbullah'ın cömert ve coşkulu duygularla kuşatılmasına izin veriyor mu?

Büyük olasılıkla Lübnan modeline karşı bir nefret var ve bu da gerçekte böyle olup olmadıkları bir yana, ilerici, solcu ve liberal olarak tanımlananların çoğunun tutumunu açıklıyor. Bu nefretin en önemli nedeni, söz konusu modelin, modelden nefret edenlerin özlemini duyduğu türden güvenlik otoritelerini içermemesi, dahası bizden, tarihin yönettiği düşmanlıkları miras almadan, coğrafyanın yönetmediği dostluklar arayışında olmamazı istemesi olabilir.

Belki de bu nefret, Lübnan'ı kendisini ve modelini tamamen yok edebilecek bir “destek ve meşgul etme savaşına” sokma hevesinin en belirgin nedenlerinden biriydi. Bunun karşılığında ise bize istediğimiz her şeyi veriyor; “büyük yıkımın” şanı, sayısız şehit ve kurban.