Lübnanlıların anladığı ve istediği şekliyle Lübnan'ın istikrarının İsrail'in öncelikleri arasında olmadığı konusunda hemfikir olmayan yok. Bu gerçek geçmişte de defalarca teyit edilmiş olup, bugün de açıkça görülüyor.
Daha da kötüsü, eğer İsrail liderliğinin Lübnan için istediği tek “istikrar”, Binyamin Netanyahu'nun “bir arada yaşama” ve “iyi komşuluk” standartlarına tamamen teslim olmaksa, Ortadoğu bölgesinde “barışı” tekelinde tutan Amerikan sponsor bu standartlardan kesinlikle çok uzak değil.
Gazze ile ilgili son - ve ABD başkanlık seçimlerinden bu yana ilk- Amerikan “vetosu”, hiçbir kanıta gerek duyulmasa da, Washington'un “meşru müdafaa hakkı” olarak gördüğü şey konusunda Likud liderliğine karşı çıkmadığını kanıtladı. Hem de bu sözde “müdafaa”, soykırım canavarlığını, milyonların yerinden edilmesini, uluslararası haritaların değiştirilmesini ve bölgede bir arada yaşama konusundaki ciddi güvenin kalan son kalıntısının da yok edilmesini gerektirse bile.
Elbette Gazze'deki trajediler dizisi devam ediyor ve Joe Biden yönetimi yetkililerinin boş ve aslında hiçbir şeyi değiştirmeyen sözlü çağrılarına rağmen, muhtemelen azalmak yerine doğuya, Batı Şeria'ya doğru genişleyecek.
Lübnan'da, bazı Lübnanlı politikacılar gibi zaman geçirme ve sahada göz ardı edilmesi imkansız, kabul edilmesi zor oldu bittiler üretme “oyununu” oynayan Amerikan Özel Temsilcisi Amos Hochstein'ın çabalarına rağmen, işler Gazze “senaryosu”na göre ilerliyor gibi görünüyor.
Endişeleri farklı yönlere yayılan Arap dünyamızda kafa karışıklığı hakimken, ABD, bölgemiz için en tehlikeli olabileceğini öne sürdüğüm birkaç haftaya giriyor.
Bizler, kafa karışıklığımızın, çaresizliğimizin ve trajedilerimizin ortasında, bugün, Washington'daki iktidarın, bölgenin tüm dosyalarında kayda değer bir başarı elde edemeyen Demokrat Parti'den pek çok kişinin, bu dosyalarda ciddi, yapıcı yaklaşımlar benimseme niyetinden ve yeterliliğinden şüphe duyduğu Cumhuriyetçi bir liderliğe devredilmesi ile “neredeyse bir mucize” yaşanmasını umuyoruz.
Gözlemci, Ortadoğu kökenli ve onun meseleleri ile ilgili Amerikalılar olarak çoğumuz, Gazze felaketinde İsrail'in Likudu ile suç ortaklığı yaptıkları için Demokratları “cezalandırmanın” son derece mantıklı olduğunu düşünüyorlardı.
Öte yandan, bazılarımız da bizim “cezalandırıcı” değil, “kayıpları sınırlayıcı” bir konumda olduğumuza inanıyordu; özellikle de seçici idealizmi konusunda şüpheli Obamacı kökleriyle Demokrat yönetimin tek gerçek alternatifinin, kurumların kontrolleri ve hesap verebilirliğin kısıtlamaları dışında kişisel kaprislere ve çıkarlara göre siyaset yapan Cumhuriyetçi bir liderlik olduğu göz önüne alındığında.
Gerçek şu ki, İsrail lobisi, yönetim figürlerinin, finansör gruplarının, medya gruplarının ve karar alma sürecinde aktif olan şirketlerin sadakatini kazanmak için onlarca yıldır yapılan “akıllı ve sabırlı yatırımların” meyvelerini toplarken, son çeyrekte Araplar ve Müslümanlar kendilerini -her zamanki gibi- kenarda ve üç seçenekle karşı karşıya buldular.
Birincisi Cumhuriyetçi aday ve Başkan Donald Trump'ı çeşitli kişisel ve özel nedenlerle desteklemek. Nitekim Trump'a oy verenler arasında, Araplara karşı Biden yönetiminden ve ondan önce de Barack Obama yönetiminden daha düşman bir yönetim olamayacağına kendilerini ikna edenler de vardı.
İkincisi, isteksizce sessiz kalıp, Trump'a kıyasla “kötünün iyisi” olduğunu, göçmen gruplara karşı daha az düşmanca, azınlıklara karşı ise daha hoşgörülü olduğunu düşünerek Demokratların adayı ve Başkan Yardımcısı Kamala Harris'e oy vermek. Ama bu kararı alanların kendisi de Demokrat yönetimin Aksa Tufanı operasyonundan itibaren kötü, düşmanca ve insanlık dışı bir tutum benimsediğini kabul ediyorlar.
Üçüncü seçenek ise “İsrail lobisini” memnun etmek için yarışan iki büyük partiye karşı tavır almak gibi bir naifliğe yönelmekti.
Bu seçeneği seçenlerin çoğu solcu Yeşiller Partisi adayı Jill Stein'a oy verdi. Böylece iki parti ile gemileri karşılıksız yaktılar ve partizanlarının kendilerine olan sempatisini kaybettiler.
Burada açık konuşmalıyız ki “İsrail lobisinin” tek bir hedefi varken, kendisine karşı bir “lobi” yok, aksine birden fazla amaç ve ajandaya sahip dağınık gruplar mevcut ve bunların ortak noktası, köklerinin ya Arap dünyasına ya da İslam dünyasına dayanması. Dahası tıpkı Arap ülkelerimizde olduğu gibi ABD’de tek ve birleşik bir Arap projesi yok.
Bilhassa Lübnan'a gelince, ülke içindeki bölünme ABD'de ve onun karar alma koridorlarında da mevcut. Eğer bazı Lübnanlılar Başkan Trump'ın damadının babası Massad Boulos'un yükselişinden dolayı heyecana kapıldıysa ve ondan “Lübnan'ı kurtarmak” anlamında “harikalar” bekliyorsa, bu kişilerin, seçim kampanyaları sırasında yapılan geçici pazarlamalardan çok daha yüksek çıkarların olduğunu fark etmeleri daha iyi olur.
Hizbullah'ın kendi ve otoriter kararıyla dahil olduğu arenalar birliği ulusal birliği sarsıp, iç istikrarı tehdit ettiyse, bazı Lübnanlıların iç hesaplaşmalarda yeni Trump yönetiminin desteğini arama hevesi, kırılgan ulusal birliğe daha ciddi bir tehdit oluşturacaktır.
Bunu iki nedenden dolayı söylüyorum:
Birincisi, Netanyahu'nun “yanmış toprak” politikası yoluyla gerilimi ve mezhepçi korkuları körükleyen ülke içinde yerinden etme ve göçe zorlama politikasında ileriye gitmesi.
İkincisi, Donald Trump'ın “İsrail'in yüzölçümü olması gerekenden daha küçük” şeklindeki kendi sözleri. Bu, haritaların değiştirilmesine ve kalıcı işgale açık bir göndermedir ve bu da yalnızca barış şansını değil, aynı zamanda Washington'un dürüst ve güvenilir bir arabulucu ve sponsor olarak güvenilirliğini de ortadan kaldırabilir.