Hazım Sağıye
TT

Bölge tarihi nasıl hızlandırılıyor ve nasıl yavaşlatılıyor?

Tarihimizin yavaş ilerlediğini söylemek büyük bir keşif değildir. Birbirini takip eden nesillerin, çözüm mümkün göründüğünde hemen başa dönen “sorunlarla” yaşadıklarını gördük ve görmeye devam ediyoruz. Bu durum özellikle Filistin davası ve kendisi ile bize yönelik “şiddetli saldırı” için de geçerli. Ama aynı durum Kürt sorunu için de geçerli, Arap Maşrık bölgesindeki dini gruplar için ve hatta 1975'e dayanan Batı Sahra ihtilafı için de geçerli. Birkaç gün önce de Lübnanlılar, aynı yıl patlak veren iç savaşlarını hatırladılar ve bugün yaşadığımız sorunların hâlâ o dönemde tartıştığımız konulara çok benzediğini fark ettiler.

Tarihin yavaş ilerlediğinin göstergelerinden biri de, kuruluş temelleri İkinci Abdülhamit döneminin sonu ve Cemaleddin Afgani'ye kadar uzanan siyasal İslam akımının, bize hâlâ geçmişin rahminden doğacak, bugüne ve geleceğin sorularına cevap verecek bir devlet vaat etmesidir. Tarihi hızlandıracağını iddia eden askeri rejimlerse tarihi neredeyse duracak kadar yavaşlattılar. Muammer Kaddafi 1969'dan 2011'e kadar Libya'yı böyle yönetti. Irak'ta Ahmed Hasan el-Bekir - Saddam Hüseyin iktidarı 1968'den 2003'e kadar sürdü. Bu arada baba ve oğul Esed, 1970'ten 2024 sonuna kadar hüküm sürerek tüm rekorları kırdılar ve tarihi “sonsuzluğa” dönüştürdüler. Üstelik bu yöneticilerden biri öldüğünde veya devrildiğinde yerine örneğin, 1970'lerin ortalarında diktatörlük rejimlerinin yerlerini demokratik rejimlere bıraktığı İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi ülkelerde olduğu gibi başka bir yönetim gelmiyor. Bizde açık veya örtülü iç savaş, ölen veya devrilenin, en belirgin, hatta tek mirasçı olarak öne çıkıyor. 1979'daki İran Devrimi gibi bir iç hadise, bölgede tarihi hızlandırma konusunda benzersizdi, kendi hayatlarını kurmaları sloganıyla milyonlarca insanı sokağa dökmüştü. Ama çok geçmeden yeni otorite kısa sürede bu insanları evlerine geri gönderdi ve halkın güçlenmesini, görünmeyen bir otoriteyle sınırladı.

Sorunlarımıza eşlik eden ve tekrarlayan yaşam döngülerimizi karakterize eden bu yarı temel özellik, bizi asalet ve değişmezlik tutkunu bir şaire göre, “dünya değişse de değişmeyen” temel varlıklar olarak görseler de hepsi mutlaka ırkçı olmayan birçok insanı cezp etti.

Modern tarihimizi hızlandıran anların hepsinin dış kaynaklı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunlardan ilkinin Fransa’nın seferleri olduğu, ikincisinin ise Muhammed Ali'nin Fransa’ya gönderdiği ve Tahtavi’nin başkanlık ettiği misyon ile Osmanlı’nın Avrupa’nın uyguladığı baskı ve zorluklar sonucunda hayata geçirdiği reformlar arasında paylaşıldığı yaygın bir görüştür. Maşrık’ın tanık olduğu manda yönetimleriyle birlikte çağdaş dünyayla geniş bir temas kurduk ve modern tarihimizde ilk kez onun bir parçası olduk.

Bundan sonra dış dünyanın rolü daha sorunlu, sonuçları daha çelişkili hale geldi, bu da iç dünyanın kendi yavaşlığına ve durağanlığına tutunma eğilimini ikiye katladı.

İsrail'in 1948'deki kuruluşuna, yerleşimci ve zorla göç ettirici mizacı, ardından Araplarla arasında, onunla her türlü etkileşimin dışlanacağı kadar şiddetli bir düşmanlık damga vurdu. Böylece parçalanmış toplumların ve devletlerin evlatları olarak, sayısız kültür, dil, köken ve ulusal deneyimin bir arada yaşamasından oluşan parlamenter sistemli bir devletin ortaya çıkışını görmezden geldik. Daha sonra, 1970'lerin sonlarında Mısır-İsrail Camp David Anlaşması'nın imzalanmasının ardından, her türden eski güçler potansiyel yeni anlayışı kuşatmayı ve yayılmasını önlemeyi başardılar. Arap-İsrail barış süreci genişlemiş olsa da, soğuk dışsalcılık ile ateşli ihanet suçlamaları arasında gidip gelmeye devam etti.

Amerikalılar 2003 yılında Irak'ı işgal ettiğinde, çürümüş geçmişle bağları koparmak için bir fırsat doğmuş gibi görünüyordu. Ancak kısa süre sonra işgalci ile işgal edilenlerin, her biri kendi yoluyla bu fırsatı heba etmek için iş birliği kurduğu ortaya çıktı. İran ve Esed Suriyesi bu anlaşmayı fırsat bilip bu fırsatı kaçırmamaya hazırdı.

Böylece özellikle Maşrık bölgesi, tarihsel hızlandırmanın önceki anlamlarından farklı olarak, zamanla iki tür tarihsel hızlandırmayla karşı karşıya kaldı. Bu iki tip hızlandırma, başarısızlıktan ve hayal kırıklığından, yani uzun süreli içsel ertelemelerin çürümüşlüğünden ve yeni dışsal ivmelenmelerin pervasızlığından doğdu. Bu yüzden siyasal imhaya benzer bir şeye yol açmamaları zor görünüyordu. Böylece Aksa Tufanı ve buna cevaben İsrail'in başlattığı savaş, iki felaket eğiliminin birleştiği nokta oldu. Hamas ve müttefikleri, intihar ve İbrani devletinin etrafındaki toplulukların katledilmesi ile sonuçlanacak bir ivmeyi teşvik ettiler. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun soykırımcı savaşıysa, devamından başka gerçek bir amaç gütmeyen bir noktaya vardı. Netanyahu'nun zayıf olan kendini kurtarmak için savaştığı iddiası, giderek daha fazla güvenilirlik kazanıyor gibi görünüyor. Gazze'ye, yaşadığı trajediye ve kurbanlara ilişkin duyarsızlığına rağmen, İsrail'de savaşa karşı çıkanlar arasında piyade, paraşüt ve zırhlı tugaylarda azımsanmayacak sayıda asker yer alıyor.

Dolayısıyla bölgeyi felç eden, altüst eden bir yavaşlığın devamı ile karşı karşıyayız. Ama arada, yavaşlığın ortadan kaldıramadığını ortadan kaldırmakla tehdit eden, çılgınca ve vicdansız bir aceleciliğe yakın hızlandırma dalgaları da oluyor.