Hazım Sağıye
TT

İsrail'in hegemon olup olmaması

Bugün İsrail-İran savaşı marjında en çok tartışılan konulardan biri, İbrani devletinin bölge üzerinde “hegemonya” kurma, yani komşularının kalplerine, zihinlerine ve çıkarlarına hitap etme ve onlarla etkileşim kurma yeteneği meselesidir. Stephen Walt'un Foreign Policy'de yazdığı ve başkalarının çeşitli şekillerde savunduğu gibi, askeri güç tek başına bu görev için yeterli değildir; bu görev gücü aşar. Bilhassa İsrail ordusunun Gazze'de sergilediği ve sergilemeye devam ettiği vahşet, ona ve devletine karşı kalpleri ve zihinleri kapattığı için, İsrail'in hegemonya kurma gücünün olmaması, bizim için rahatlatıcı olsa da, bir gerçek ve ikna edici olmaya devam ediyor. Dahası, prensipte, bugün bildiğimiz seviyeye ulaşan herhangi bir güç farkı, daha güçlü taraf konusunda endişeyi çok meşru, hatta gerekli kılar. Elbette güce tapma hastalığından muzdarip birçok kişinin bulunduğunu da inkar edemeyiz.

İmzalansalar bile barış ve normalleşme anlaşmaları, bu gerekli endişeyi gidermekte yeterli olmayabilir. Bunun nedeni, anlaşmaların sihirli bir etkinliklerinin olmaması ve her zaman deneyimden ve onu yorumlama yollarından daha az etkili olmalarıdır. İsrail, diğer tüm muzaffer taraflar gibi, hegemonya koşulları pahasına güç ve kontrol koşullarına uygun olarak zaferleri için ağır bir bedel talep edebilir.

Bazı direniş yanlılarının İsrail gücünün Mısır ve İslam dünyasının geri kalanına, hatta tüm dünyaya yönelik tehdidi hakkındaki mitlerine dalmadan, zaten yeterince kırılgan olan Maşrık’ın (Levant) zayıf ülkelerinin ulusal egemenliğinin daha da kırılgan ve hassas hale geleceği kesindir. Örneğin, bu korkunç güç dengesizliğinin gölgesinde, İsrail ile Lübnan veya Suriye arasında bir su kaynağı veya bir sınır köyündeki küçük bir mahalle konusunda bir anlaşmazlık çıktığını hayal edelim, iki ülkenin müzakerelerde konumları ne olurdu?

Tel Aviv'in ezici gücüne, Tahran'a değil, kendisine sadık milisler ve savaş ağalarının türemesi gibi çevredeki merkezi otoriteleri daha da zayıflatan her şey eşlik edebilir. Bu tür eylemler, zayıf taraflara tek olası, ancak garantili olmayan, göreceli bir çözüm olan ABD'ye daha fazla güvenmek dışında bir seçenek bırakmıyor.

Ancak daha da derin ve tehlikeli olan, İsrail'in hegemonya peşinde olmaması, sadece saf güç ilişkilerinde münhasıran kendine güvenmek, etkisini kalıcı savaş mantığını sürdürmek için kullanmakla yetinmesidir. Stephen Walt'un yazdığı gibi, hegemonik bir gücün, eski ABD başkanı Franklin Roosevelt'in Latin Amerika'ya karşı “iyi komşu” politikasını benimsediğinde sahip olduğu şeye sahip olması gerekiyor.

Ne var ki Binyamin Netanyahu ve aşırı dinci partilerden müttefiklerinin davranışları tam aksini gösteriyor. Eylemleri, ister milliyetçi ister dindar olsun, pragmatizmden yoksun katı ideolojik öncüllere dayanıyor. Filistin devletine tüm kapıları kapatmaları, Batı Şeria'da yerleşimi teşvik etmeleri, başkalarıyla herhangi bir diyalog veya etkileşimden yoksun kibirli, dikte edeci dilleri, yeni Lübnan ve Suriye durumlarına yönelik cezalandırıcı yaklaşımları, hepsi bu seçimin göstergelerinden ibaret. Dahası, geleneksel olarak direnişçilerin bu tür durumlara yönelik değişmez tepkisini oluşturan direniş büyüsü, geride kalan dönemin diğer sloganları gibi söndü. Arap Maşrık bölgesindeki vatanlar ve devletler olarak, ulusal bileşenleri birbirine düşüren ve herhangi bir dış tarafı bu durumu kullanmaya teşvik eden hızlı bir dağılma dönemi yaşadığımızı unutmamak gerekir.

Bu nedenle örneğin, en ateşli direnişçilerde bile uzun zamandır yaydıkları kurtarıcı vaatlerin tükendiğini görüyoruz; hatta bazıları bir İsrail-Türk kutuplaşmasına veya belki de Ruslardan veya Çinlilerden daha fazla gördükleri bir rüya olan Rus veya Çin uyanışına güveniyorlar.

Ulaştığımız bu korkunç sonuç, geçmiş İran on yıllarında onu doğurduğunu gördüğümüz koşullarından çok da uzak değil. Bu koşulları devletlerin ve milliyetçiliklerin zayıflatılması, kurumların dağılması ve siyasetin, ekonominin ve değerlerin yaygın bir şekilde militarize edilmesi şeklinde sayabiliriz. İran aşaması ile potansiyel İsrail aşaması arasındaki benzerlik bir kısmıyla, tam olarak güç ve “stratejinin” siyaset ve topluma galebe çalması, ulus-devletlerin dışında olanların, içinde olanlara hakim olmasıdır. Bazen İsrail'e karşı mücadelenin gerçekliği kontrol etmesine ve geleceği şekillendirmesine izin veriliyor, bazen de aynı görev İran'a karşı mücadeleye veriliyor. Her iki durumda da, ideologların çok dar bir marjı hariç, duygulara iç sebepler ve belirli grupların diğerlerinden duyduğu korkular egemen oluyor. Bu, tanımı gereği, milislerin parçalanması için verimli bir kaynaktır ve bu da emperyalist saldırıları halklar olarak değil, partiler veya daha doğrusu partizan gruplar olarak karşılamamıza neden oluyor. Sıkıntıyı daha da büyüten, İran gücü döneminde ve o dönemin güç konusunda kopardığı gürültüye karşılık, Arap Maşrık bölgesinin hiçbir şekilde kendi kendine yetme belirtisi gösterememiş olmasıdır. Eğer bölge sakinleri makul bir ulusal mutabakat inşa etmek için inisiyatif almazlarsa, yükselen İsrail gücü aşaması olarak tanımlanan dönemde de aynı yolda ilerlemeye aday olabilirler.