İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

İsrail-İran savaşı, kahramanlarından ve seyircilerinden daha büyük bir hadise

Füze diyaloğu ve ona eşlik eden psikoloji ve istihbarat savaşının muhtemelen “sonu önceden belirlenmiş”, çünkü İsrail-İran savaşında tüm uydurma veya var olduğu iddia edilen ayrım çizgileri yıkıldı!

Tüm bu çizgiler, hem Ortadoğu'yu hem de ABD ve İsrail'i bilinmeyenden kurtarma olasılığının azalmasıyla yıkıldı.

Ortadoğu'nun Arap kesiminde iki durumla karşı karşıyayız; birincisi gerçeğe ve zaten var olmayan güç dengesine çoktan teslim olmuş. İkincisi korkuyor ve varoluşsal olarak tehdit altında çünkü siyasi söylemi, zorunluluk sebebiyle de olsa, kısa olmayacak bir süre boyunca artık geçmişte kalmış denklemlere dayandı.

İlk Arap durumunda, birbirini hızla izleyen hadiseler, dengesizlik gerçekliğine teslim olmayı savunanların İsrail ile ilişkiler bahsini kazandığını gösteriyor olabilir. Elbette bu, ABD'nin dünyadaki herhangi bir ülkeyle ilişkilerini o ülkenin İsrail ile ilişkilerinin doğasına bağlama konusundaki açık ve baskıcı ısrarı ışığında anlaşılabilir. Bu nedenle, normalleşme artık Washington'un hoşgörüyle kabul edebileceği veya reddedebileceği mevcut bir seçenek değil.

Bu arada, Birleşmiş Milletler üyesi olan egemen, bağımsız devletler arasındaki uluslararası ilişkilerde daha önce buna benzer bir durumun varlığını hatırlamıyorum. ABD'nin Tayvan ile ittifakında bile durumun farklı olduğunu iddia ediyorum. Washington'un Çin ve Tayvan ile diğer dünya ülkeleri arasındaki ilişkilerde “ödül ve ceza” politikası benimseme konusundaki yaklaşımı, Chiang Kai-shek rejimine karşı dostluktan ziyade, öncelikle Pekin'e karşı düşmanlığa ve ondan korkmaya dayanıyordu.

Buna karşılık, İsrail ile ilişkilerde durum tamamen farklı. İsrail'deki herhangi bir iktidar partisi, ABD Kongresi'nin her iki kanadında da neredeyse oybirliğine varan bir desteğe sahiptir; bu destek Washington'un iki partili yapısının başkanın oybirliğiyle desteklenmesini engellemesi nedeniyle hiçbir Amerikan başkanı için asla mevcut olmamıştır. Dahası, İsrail lobileri ve ekonomik ve kültürel yapıdaki derin ve etkili kökleri, uzun bir süre “ortak Yahudi-Hristiyan sistemi” gibi anlatıları tekeline almasına, “anti-semitizm” suçlamasını serbestçe kullanmasına olanak tanıdı. Kongre'den Beyaz Saray ve eyalet meclislerine kadar ABD siyasetindeki kilit isimlerin seçim kampanyalarını finanse etmelerinden ise bahsetmiyoruz bile. Son haftalarda aşırı sağcı Likud Partisi ile beyaz Hristiyan evanjelik sağ arasında Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana görülmemiş önemli bir uçurum ortaya çıkmış olsa da, gözlemciler bu yeni “uyuşmazlığın” Donald Trump yönetiminin Binyamin Netanyahu'nun siyasi ve askeri kampanyasını destekleme “gayretini” azaltabilecek açık bir düşmanlığa dönüşme ihtimalini dışlıyor.

İkinci Arap durumuna gelince, bu doğrudan İran etkisine tamamen veya kısmen tabi olmuş ve hâlâ tabi olabilecek Arap oluşumlarla ilgili. Burada, egemenlikleri ve iç güvenlikleri açısından işler güven verici görünmüyor. Mevcut savaşın İran'ı etkileyen veya rejimini tehdit eden herhangi bir olumsuz sonucu, Irak, Lübnan ve kaçınılmaz olarak Yemen gibi ülkelerde muhtemelen olumsuz sonuçlara yol açacaktır.

2003'teki ABD işgalinden sonra Irak siyasi sahnesine hakim olan İran milisleri, hem siyasi hem de askeri alanda etkili bir güç olmaya devam ediyor. Bu nedenle, İran sahnesinde meydana gelecek herhangi bir radikal değişiklik, Irak'ta beklenmeyen sonuçlara yol açacaktır. Dahası burada Irak'taki iki gerçekliğin farkında olmak gerekiyor; birincisi, Washington ile Iraklı Kürt bileşen arasındaki “özel ilişki” ve ikincisi, Suriye'de meydana gelen değişiklik ve bunun Suriye ve Lübnan'daki yansımaları.

Kürtlerle ilgili olarak, Irak yönetiminin, Kürt liderliğinin iradesinin bu yönde olması halinde, Kürtlerin tamamen Irak’tan ayrılmasını önleyemeyeceğini öne sürüyorum. Özellikle de bu Kürt iradesinin, ABD’nin İsrail’in bölgesel vizyonunu benimsemesiyle birleşmesi ve Türkiye’nin bu ayrılığı önleyememesi durumunda.

Suriye'ye gelince, İran nüfuzunun azalması ve Şam'da İsrail ile mücadelenin bir öncelik olmadığını deklare eden yeni bir yönetimin kuruluşu, göz ardı edilemeyecek önemli faktörler sunuyor.

Bu faktörlerin en başında Suriye ve Lübnan'ın İsrail ile uzun bir sınırı paylaşması geliyor. Dahası, bu sınırlar sıcak ve hareketli “ateşkes hatları”ydı ve öyle olmaya devam ediyor.

Dikkate değer bir diğer faktör de bu ikiz devletlerin iç hizipsel kırılganlıktan muzdarip olmalarıdır. İsrail'in bu sefer İran'ı hedef alması, İran ve Devrim Muhafızları'nın aktif desteğiyle Esed ailesinin on yıllar süren diktatör yönetiminin açtığı derin yaralara tuz basıyor.

Üçüncü faktör ise ABD'deki Suriye-Lübnan diasporasıdır. Bu uzun süredir var olan diasporanın -özellikle de Hristiyan bileşeninin- Suriye ve Lübnan'ın yapısını yeniden şekillendirmede etkili bir rol oynaması bekleniyor. Şu anda, Suriye ve Lübnan kökenli, mevcut yönetime çok yakın ve İsrail'e düşman olmayan, Başkan Trump'ın Suriye Özel Temsilcisi Büyükelçi Tom Barrack gibi bir dizi pozisyonda perde arkasında faaliyet gösteren Amerikalı figürler var.

Binaenaleyh, mevcut savaşın öncelikle bir Amerikan-İran savaşı olduğunu kabul edersek, o zaman, bence, İran'ın bu savaşta neredeyse hiç direnme gücünün olmadığı kabul edilmelidir.

Ancak mesele burada bitmiyor; kolay veya bedeli kabul edilebilir olacağından şüphe ettiğim cevaplar bekleyen, acil sorular var. Bu soruların belki de en önemlileri şunlar: Bölgenin gelecekteki haritası nasıl görünüyor olabilir? Hangi oluşumlar kalacak ve hangileri etkilenecek? Aşırı yayılmacı İsrail sağı olan bitenden nasıl faydalanacak?