Geçen hafta Binyamin Netanyahu ve aşırı sağcı bakanı Bezalel Smotrich'in, “Büyük İsrail”i gerçekleştirmenin kaçınılmazlığına olan sarsılmaz inançları ve bedeli ne olursa olsun “haritasını” sahada hayata geçirmek için yorulmak bilmeden çabaladıkları hakkındaki açıklamaları birçok kişiyi şok etti.
Bu “savaş ilanından” çok da uzak olmayan bir yerde, İsrail aşırılıkçı üçgeninin Netanyahu ve Smotrich ile birlikte “üçüncü kenarı” olan İtamar Ben-Gvir'in, tutuklu Filistinli lider Mervan Bergusi'nin hücresine düzenlediği baskın ve ona karşı düşmanlığını sergilemesi ile şaşkınlığa uğradık.
Medeni ülkeler arasındaki ilişkilerde hiçbir anlaşma ve sözleşmeyi umursamayan bu apaçık saldırı, bazıları için sürpriz olmayabilir. Ancak, mevcut biçimi, içeriği ve gelecekteki etkileriyle bir gerçeklik haline geldi. Şu anda, düşmanlara ve uluslararası meşruiyete karşı eşi benzeri görülmemiş bir küçümseme ve İsrail'in kalan “dostlarının”, elbette ABD hariç, duygularına bile aldırış etmeme hali yaşıyoruz.
Endişe verici olan, İsrail'in aşırılık yanlıları bu apaçık saldırgan yaklaşımda ısrar ettikçe, ufukta hiçbir caydırıcılık ihtimalinin veya fırsatının görünmemesidir. Mevcut uluslararası ve bölgesel gerçekler gölgesinde, aklı başında herhangi bir gözlemci, Ortadoğu'yu savaş, çekişme ve kaosa yol açacak çöküş tehlikelerinden kurtarmaya yönelik ciddi bir eylemde bulunulması olasılığını dışlamaktadır.
Netanyahu-Smotrich'in Büyük İsrail haritası, bazıları şu anda İsrail ile kara sınırı olmayan birkaç Arap devletini içeriyor. Diğer devletlerse ya Yahudi devletiyle siyasi normalleşmeyi kabul etmiş ya da güçleri topraklarında, hava sahasında ve kıyılarında serbestçe dolaşan İsrail savaş makinesinin hegemonyasıyla sessizce bir arada yaşamayı seçmişler.
Arap devletlerinin, egemenliklerine yönelik açıkça planlanmış saldırıyı önlemek için uluslararası topluma müdahale çağrısında bulunma hakkı olduğuna şüphe yok. Ancak, normal bir durumda değiliz, zira tek küresel otorite pratikte hem “düşman hem de hakem”.
Öte yandan, İsrailli aşırılıkçıların oluşturduğu tehdit yalnızca haritalar ve abartılı açıklamalarla sınırlı değil. Aksine, sahada, korkunç bir dizi faktörün bir araya gelmesiyle oluşan gelişmelerin yarattığı bir gerçeklik var.
İlk olarak, İsrail'in emellerinin hedef aldığı bazı ülkelerde yerel düzeyde kötü bir “kriz yönetimi” söz konusu. Herhangi bir mantıklı gözlemci veya analist, bu koşullar altında, ister değerlendirmede ister uygulamada olsun, herhangi bir hatanın kaçınılmaz olarak İsrail müdahalesinin ve ajandalarının çıkarlarına hizmet edeceğinin farkındadır. Dolayısıyla, öfkelilerin bu müdahaleye hizmet etmesi, hatta bunu bilinçli veya bilinçsiz olarak meşrulaştırması korkunç bir ironi olacaktır.
İkincisi, Arap ve bölgesel düzeyde, özellikle bazı bölgesel aktörlerin karıştırma çabalarını ve hırslı bahislerini “kontrol altına alma” gerekliliği konusunda, feci boyutlarda bir “yanlış hesaplama” ve “ayrıntıları gözden kaçırma” söz konusu.
Gerçek şu ki, bunlar, görece güçlü olmalarına ve kendilerine bağlı tarafları “harekete geçirme” yeteneklerine rağmen, bir yandan kartları tekellerinde tutmadıklarının, diğer yandan da her ayrıntıyı kontrol etmediklerinin farkında olmalılar.
Üçüncüsü, Washington'un pozisyonundaki belirsizliktir. Tekrarlayan ve ısrarcı olan bu belirsizlik, bazen ilgili herkese yanlış ve çoğu zaman yanlış değerlendirilen sinyaller gönderiyor. Bölgenin kompleks sorunları ile ilgilenmekle görevlendirilen kişilerin bilgi, deneyim veya güvenilirlik düzeyindeki göreceli eksikliği, durumu daha da kötüleştirdi. Birçok kişi, Washington'un mevcut yaklaşımlarını, olgunlaşmamış ve bazen de önceki ABD yönetimlerinin geleneksel işleyiş bağlamıyla çelişen kombinasyonlar olarak görüyor.
ABD'nin pozisyonundaki bu belirsizlik - bu köşede daha önce de belirttiğim gibi- bir süredir Doğu Akdeniz'de kartlarını kaybetmiş veya kaybetmek üzereymiş gibi görünen bölgesel ve uluslararası güçlere kapıyı yeniden açtı.
Dördüncüsü, “kötü kriz yönetimi” konusuna dönersek...
Suriye'deki iç durumu takip eden Batılı uluslararası tarafların olan bitenden hiçbir zaman habersiz olmadığı nihayet ortaya çıktı. Kaldı ki önceki “koşulsuz özgürlük” izlenimi de yanlıştı. Aslında, özellikle kuzeybatı ve güney Suriye'deki son talihsiz gelişmeler, bir dizi dış lobiyi, marjinalleştirilmesini veya bastırılmasını reddettiği iç unsurları savunmak için harekete geçmeye “motive” etmiş gibi görünüyor.
Beşincisi, Lübnan'daki duruma gelince, özellikle Hizbullah Genel Sekreteri Şeyh Naim Kasım'ın hükümetin “silahın sadece devletin elinde olması”, yani Hizbullah milislerinin silahsızlandırılması yönündeki önlemlerine karşı yaptığı son ateşli konuşmanın ardından, Lübnan'daki mevcut iklimin olumsuz olduğu çok açık. Burada, milislerin silahsızlandırılması konusunun Taif Ulusal Mutabakat Anlaşmaları'nda yer aldığını belirtmekte fayda var. Bu konuyla birlikte, silahın sadece devletin elinde olması ve barış ve savaş kararlarının devletin yetkisi dışında kalmasına izin verilmemesi konuları da defalarca teyit edildi.
Ancak, dün meseleleri daha da karmaşık hale getiren bir başka beklenmedik durum yaşandı; kendilerini “Sünni siyasi tutukluların aileleri” olarak tanımlayan kişiler Suriye topraklarından Lübnanlı yetkilileri alenen tehdit etti.
Bu beklenmedik meselenin, bugün Lübnan'daki kırılgan durum, özellikle de Lübnan sınırında silahlı Suriyeli aşiret güçlerinin varlığı, Hizbullah'ın yaşadığı alarm durumu ve geri kalan Lübnanlıların İsrail’in daha da kötüleştirebileceği sıcak bir yazdan duyduğu endişe nedeniyle, Sünni-Şii mezhep çatışmasına yol açması muhtemel.
Son olarak, Kürt sorununa gelince, krizin anlaşılması ve hafifletilmesi olasılıkları konusunda ciddi şüpheler ve soru işaretleri bulunuyor. Tarihsel olarak Türkiye ile zayıf olan Kürt ilişkileri, Şam ile “şeffaf değil”. Fırat'ın doğusundaki Kürt nüfuzu Washington'un desteğini almaya devam ederken, Suriye'de “merkezi devleti” sağlamlaştırmaya kararlı olan Türk liderliği, devletin “merkeziliğini” tehdit eden bir Kürt “azınlık” rolü olarak gördüğü şeyin tam tersi bir yönde ilerliyor!
Bu tehlikeli gerçek, Nasr bin Seyyar el-Leysi'nin şu meşhur dizelerini hatırlatmıyor mu:
Küller arasında yanıp sönen korlar görüyorum ve tutuşmak üzereler
Ateş bir iki dal ile tutuşur, savaşsa sözlerle başlar
Söndürmezseniz, çocukların saçlarını beyazlatacak kadar şiddetli bir savaş başlar
Bu yüzden soruyorum şaşkınlıkla
İnsanlar bu tehlike karşısında uyanık mı yoksa hâlâ uykuda mı