İngiliz üniversitelerinde öğrencilik yaptıktan sonra, İngiltere’de olup bitenleri yakından takip edenlerden biri haline geldim, bu yüzden medyası ile sürekli etkileşim halindeyim.
Son günlerde, medyanın Kral Üçüncü Charles'ın kardeşi Prens Andrew davasına odaklandığını ve tüm ilgisini kraliyet unvanlarını bırakmasına yol açan soruna yönelttiğini gördüm.
Medya buna o kadar yer verip tekrarladı ki, yerel ve diğer uluslararası meseleler birkaç gün boyunca manşetlerde kendilerine yer bulamadı.
Bu olay, Nisan 1976'dan Mayıs 1979'a kadar başbakanlık yapan İşçi Partisi'nden Jim Callaghan dönemine ait (ve gizliliği sona eren) belgeleri hatırlatıyor.
O dönemde, İngiltere’nin güneyinde kıtalararası füzelerin bulunduğu bir ABD üssü vardı ve İngiliz toplumu bunun ülkenin güvenliğini ve emniyetini tehdit ettiğini düşünüyordu. Bunun üzerine üsse gitmeye, içine girmeye ve bazı ekipmanlara zarar vermeye çalışmak için gösteri çağrıları yapılmaya başlandı. Batı ve Doğu blokları arasındaki Soğuk Savaş dönemiydi ve İngiltere bu üs aracılığıyla kendini güvence altına aldığını düşünüyordu.
Bu büyük gösteri çağrıları artmaya başlayınca, dönemin içişleri bakanı başbakana kraliyet ailesinden önde gelen bir figürün yurtdışı gezisi düzenlemesini talep etmesini önerdi. Amaç, basının dikkatini gösteriler yerine kraliyet gezisine çekmekti. İçişleri bakanı mektubunda, İngiliz medyasının kraliyet figürünün gezisini takip edeceğini ve gösteri haberlerini önemsemeyeceğini veya görmezden geleceğini belirtiyordu.
Geçen hafta patlak veren Andrew davası da benzer bir durumu hatırlatıyor. Son haftalarda İngiliz hükümeti, muhalefetle arasında öfkeye yol açan, medyayı meşgul eden ve hükümeti zor durumda bırakan iki siyasi ikilemle karşı karşıya kaldı.
İlki, bazı kişilerin Çin Halk Cumhuriyeti'ne gizli bilgi sızdırdığı yönündeki suçlamalarla ilgiliydi. Bu davada iki sanık yargılandı, ancak İngiliz hükümeti sanıkları mahkum etmek için yeterli kanıt sunamadığı için dava düşürüldü. Bu durum, İngiliz muhalefeti arasında büyük bir infiale yol açtı. İkincisi ise Aston Villa'nın Birmingham'da bir İsrail takımına karşı oynayacağı maça İsrailli taraftarların alınmamasıydı, zira şehir polisi bunun bir güvenlik riski oluşturacağına karar vermişti. Bir kez daha İngiliz muhalefeti bu tutumu kınadı ve İngiliz hükümetini, İsrailli taraftarların takımlarını destekleyebilmeleri için müdahale etmeye çağırdı.
Bu iki meselenin yarattığı infial, İngiliz medyasının lehte ve aleyhte konuyu derinlemesine tartışmasına neden olarak İngiliz hükümetini zor durumda bıraktı.
Bu esnada, Prens Andrew'un reşit olmayan kızlarla buluşmalar ayarladığı bilinen bir Amerikalı adamla şüpheli ilişkileri konusu yeniden gündeme geldi. Prens bunu çeşitli vesilelerle kesin bir dille yalanlamıştı, ancak unvanlarını bırakma kararının zamanlaması haftalardır medyayı meşgul ederek diğer konuları gölgede bıraktı.
Prensle ilgili bu meselenin üzerinden on yıldan uzun bir süre geçti ve Prens Andrew'un bu dönemde unvanlarını bırakması, Callaghan dönemini ve içişleri bakanının kamuoyunun ilgisini mevcut siyasi meselelerden uzaklaştırmakla ilgili önerisini hatırlatıyor.
Bu kullanımın ardında, kamusal alanı yönetmeye dair eski bir İngiliz felsefesi yatıyor. Buna göre kamuoyu sürekli siyasi gerginliğe tahammül edemez, basın ve medya kamuoyunun ruh halini dengelemek için her zaman insani bir sembol arar. İngiliz kraliyet ailesi de bu konuda bir kaldıraçtır.
Bu politika, özellikle siyasi analiz yerine duygusal imgelere ve manşetlere odaklanan İngiliz medyasının doğasının kesin bir şekilde anlaşılmasına dayanmaktadır. Kraliyet ailesinin veya bazı fertlerinin görüntüleri ön sayfada yer aldığında, gösteri ve skandal haberleri iç sayfalara kayar.
Bu konuyu incelemek, monarşinin politikacılar tarafından dikkatlice kontrol edilen ulusal dekorun bir parçası olarak kaldığı İngiliz siyasetinin teatral boyutunu ortaya koyuyor. Medyanın yalnızca olayların aktarıcısı değil, aynı zamanda kamuoyunun farkındalığını şekillendirmede etkili bir ortak olduğunu ve kraliyet sembolünün herhangi bir partizan konuşmadan daha güçlü olabileceğini unutmamak da önemli.
20. yüzyıldan günümüze, İngiliz kraliyet ailesi, kriz zamanlarında politikacılar tarafından kullanılan sembolik bir araç olmayı sürdürdü. Monarşi kendisini siyasetin üstünde ilan etse de deneyimler, politikacıların halkın dikkatini başka yöne çekmek veya ortamı sakinleştirmek için ihtiyaç duydukları her an kraliyet sembolizmine başvurduklarını gösteriyor.
Tarih bize, Kral VI. George'un dünya savaşı sırasında başkentte kalmakta ısrar etmesi gibi sayısız örnek sunar; kralın başkentte kalması ulusal bir kararlılık sembolüne dönüştü ve Churchill, bu görüntüyü iç cepheyi güçlendirmek ve ulusal birliği öne çıkarmak için kullandı.
Margaret Thatcher döneminin ekonomik gerginlikleri ortasında, dönemin veliaht prensi Charles ile güzel Prenses Diana’nın kraliyet düğünü, İngiliz halkını sosyal ve politik krizleri gölgeleyen duygusal bir sembolik olay etrafında birleştirmek için kullanıldı. Tony Blair de Prenses Diana'nın ölümü duyurulur duyurulmaz, başbakanlık konutunun kapısının önünde ondan “Halkın Prensesi” diye bahsederek ölümünü kullanmıştı.
Bu örnekler, İngiliz siyasetini ifşa ediyor. Hükümetler kriz ve bölünmelerle karşı karşıya kaldığında, ulusal ruh halini dengelemek için kraliyet sembolizmi devreye sokuluyor. Bu olguya “kaydırma” deniyor, yani kamuoyunun dikkati mevcut hükümeti meşgul eden veya zor durumda bırakan sıcak konular dışındaki konulara yönlendiriliyor.
Son söz; İngiltere’de monarşi bir yönetim değil, siyasetin gürültüsünü her yükseldiğinde susturan bir hafızadır.