İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Bugün Moskova ve Washington, dün olduklarından farklılar

Nijerli darbecilerin başkent Niamey'de Rus bayrağını dalgalandırmaları, ister amacı Moskova’ya bağlılığı deklare etme ister ondan güç alma çabası olsun, küçümsenemeyecek bir göstergedir. Dahası doğuda Nijer'den başlayan, Burkina Faso'dan geçerek batıda Mali ve Gine'ye uzanan Fransız karşıtı bir askeri eksenin oluşması, Sahra altı bölgesinde ve Sahel'de daha önce egemen olan sömürgeci güce karşı gözlenen dönüşümleri doğruluyor.

Oluşan bu eksen, bir dönem maceracı genç askerlerin kabile, etnik ve kişisel bağlılıklarıyla kesişen bir “pervasızlık” gibi görünen şeyin, iki gerçeğin ışığında bundan çok daha fazlası olduğunu kanıtlıyor:

- Birincisi, başta Mali olmak üzere, bölgedeki oluşumlarda -DEAŞ ve türevleri dahil olmak üzere- silahlı aşırılık yanlısı grupların varlığı.

- İkincisi, hem Moskova'nın hem de Pekin'in Afrika kıtasının çeşitli bölgelerine ekonomik, siyasi ve güvenlik açıdan “sızma” yönünde dillendirdikleri emelleri.

Öte yandan, mevcut Afrika bağlamında Fransa'yı, mirasını, finans ve madencilik alanındaki çıkarlarını kınamak için Rus bayrağının dalgalandırılmasının taşıdığı "sembolizmin", 20. yüzyılın büyük bölümünde, dünyanın yaşadıklarıyla ilgili temel gerçekleri gizlemesine izin verilemez. Özellikle de İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan Berlin Duvarı, Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği'nin yıkılmasına kadar devam eden Soğuk Savaş sırasında yaşanan gerçekleri.

Elbette Nijerli darbeciler ile Mali, Burkina Faso ve Gine'deki yoldaşları, Batı'nın -ve özellikle de Fransızların- emperyal mirası hakkında konuşma hakkına sahipler çünkü bu ülkeler eski Fransız sömürgeleridir. Fransa’nın sadece bu ülkelerin sınırlarını çizmekle kalmayıp, seçkinlerinin büyük bir bölümünü ürettiği, kaynaklarını sömürdüğü, aynı zamanda dilini ve kültürünü de onlara empoze ettiği, bir gerçek.

Yine Nijerli darbeciler ve Burkina Faso, Mali ve Gine'deki "yoldaşları" - aslında dört ülkenin tüm vatandaşları- bölgenin zenginliklerinin sömürüldüğü döneme dönmeyi reddetme hakkına sahipler. Bu vesileyle adı geçen dört ülkeden ikisinin, Fransız ve İngiliz sömürgeciliğinden bağımsızlaşma yönündeki "Afrika Ulusal Kurtuluş Hareketi"nin en önde gelen iki lideri tarafından yönetildiğini hatırlatalım. Bunların ilki Gine lideri Ahmed Sékou Touré, ikincisi Mali lideri Modibo Keita’dır.

Ancak Doğu ile Batı'nın Afrika üzerinden verdiği mücadelede, Sékou Touré ile Keita'nın zamanı ile günümüz arasındaki temel fark, ideolojik içeriktir.

Geçmişte Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti liderliğindeki “Doğu Bloku”, “bilimsel sosyalizm” (yani komünizm) kavramına dayalı yeni bir uluslararası sistem öneriyordu. Ama her ülkenin ve her müttefik liderin koşullarını dikkate alarak "sosyalist" düşünceler ve uygulamalar gibi komünizmin "hafifletilmiş modellerini” de kabul ediyorlardı. Bu bloğu ifade eden siyasi söylem, önerilerini sosyal adalet, açlık, bilgisizlik ve hastalık felaketleriyle, millileştirme yoluyla sömürü ve tekellerle mücadele etmek, egemen Batılı güçlerin çıkarlarından uzakta, halkların kendi kaderlerini tayin hakkını vurgulamak sloganlarıyla destekliyordu.

Bu modelin karşıtı ve en güçlüleri arasında “eski klasik sömürgeci” Batılı güçlerin olduğu bloğunun söylemiyse, kamusal özgürlüklere saygı, dini inançları koruma, serbest ekonomi, refah “yaratma”, ulusal kaynakları yönetme ve küresel pazarları anlama konusunda en yetenekliler oldukları için elitleri destekleme kavramlarını önererek çıkarlarını pazarlıyordu.

Kısacası, Doğu adalet ve (ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetleri dahil) sosyal güvenceler müjdelerken, Batı'nın özel özgürlükleri, dindarlığı, bireysel inisiyatifi, zenginlik ve nüfuz sahiplerinin liyakatini savunduğunu gördük.

Ama bu durum günümüzde artık geçerli değil.

Çünkü Vladimir Putin Moskovası artık “bilimsel sosyalizm” kavramını benimseyen uluslararası bir sistem öneren bir sosyalist devletin başkenti değil. Şi Jinping Pekini de yoldaş Mao'nun deneyiminin ve "Büyük Yürüyüşünün" tam bir kopyası olmayı sürdüren bir model değil. Kaldı ki  - bir zamanlar aktif bir komünist olan - sevgili bir yakınım ve parlak bir arkadaşımın bana dediği gibi: "Bugün Fransa, Batı ve Kuzey Avrupa ülkeleri sosyalizme Rusya ve Çin'den daha yakın!"

Gerçekten de Rusya'da geçmişte iktidar olan Komünist Parti, gölgelerde yatan zayıf bir muhalefet gücü haline gelirken, ülkeyi Kremlin yönetiyor. Rus milliyetçisi, Ortodoks Hristiyan, finans kartellerinin ve milyarderlerden oluşan cephesinin merkezi bir rol oynadığı otoriter bir rejimle ülkeyi kontrol ediyor.

Çin'de de adı dışında “komünizm”den geriye hiçbir şey kalmadı. Tröstler ve - özel ve devlete ait- büyük endüstriyel gruplar yan yana yaşıyorlar. Çin ürünleri kapitalist ülkelerin pazarlarını işgal ediyor. Eski yoldaşların haki askeri üniformaları emekli olarak, parti konferanslarında ve üst düzey yetkililerin yurtdışı ziyaretlerinde bile yerini koyu Batılı takım elbiselere ve zarif kravatlara bırakıyor.

Ama bir dakika, eski komünist Doğu’nun pazarladığı kavramlar unutulup gittiyse, dün ile bugün arasında Batılı kavramlarda da paralel bir gelişme yaşanmadı mı?

Evet, bana göre Batı ülkelerindeki siyasi hayatta da büyük ve rahatsız edici bir gelişme yaşandı. Bu ülkelerin son 20 yılda yaşadıkları ulusal, dini, etnik ve popülist siyasi değişimlerin, barışçıl iktidar değişimi, organların bağımsızlığı ve yargının tarafsızlığı başta olmak üzere seçime dayalı demokrasi mekanizmaları tarafından engellenemeyecek veya hükümsüz kılınamayacak kadar tehlikeli hale geldiğini düşünen kötümserler var.

ABD’deki Donald Trump deneyimi, İtalya’da Silvio Berlusconi ve “neo-faşist” mirasçıları, İngiltere’deki Brexit ayrılıkçıları, Fransa’nın yaşadığı ve en çirkin ırkçı dürtüleri kışkırtan derin bir popülist aşırılık içinde olan Le Pen ve Zemmour örnekleri, bunların hepsi, Batı demokrasilerinin ırkçılık ve faşizm virüsüne karşı azalan “bağışıklığını” gösteren pratik deneyimlerdir.

Evet, Moskova ve Pekin dünkü sosyalizmi ve onun “ütopyalarını” unuttular. Ancak, Washington ve Batılı başkentlerin de artık her gün popülistlerin ayakları altında çiğnedikleri ve medya platformlarında aşağıladıkları demokrasi “mallarının” erdemlerini müjdeleme hakları yok. Eski komünist Doğu’nun pazarladığı kavramlar unutulup gittiyse, dün ile bugün arasında Batılı kavramlarda da paralel bir gelişme yaşanmadı mı?