Alexandre Dumas’ın 1844 tarihli Monte Cristo Kontu romanının kahramanı Edmond Dantes, Chateau d’If hapishanesindeki hücresinde özgürlük hülyasına dalarken, yakındaki Marsilya limanının bir barış ve özgürlük cenneti olacağını hayal ediyor. Ancak iki yüzyıl sonra Dantes mevcut durumu görseydi muhtemelen hayalini gözden geçirirdi. Zira Fransa’nın ikinci büyük şehri ve en büyük limanı yerel çete savaşları, her yeri saran silahlı saldırılar ve grevler, polis protestoları ve çeşitli yerel topluluklar arasındaki gerginliklerle birlikte alkol satışının yasaklandığı bir dönemde ABD şehri Chicago’nun Avrupa versiyonu haline geldi.
Genellikle nazik -ve belki de uysal- olan Fransız medyası, durumu “kanun ve düzene meydan okuma” olarak tanımlarken, Fransa İçişleri Bakanı ve dolayısıyla polis şefi olan Gerald Darmanin “yaygın çılgınlıktan” söz ediyor. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron daha da ileri giderek, içeriği henüz bilinmeyen adımlarla düzeltmeyi planladığı “otorite kaybı” konusunda uyarıda bulunuyor.
Otorite kaybı, uyuşturucu pazarından daha büyük bir pay almak için Nijeryalı Yardies çeteleriyle, Kuzey Afrika ‘kardeşlikleriyle’ ve kendi bölgelerini ellerinde tutmaya, korumaya ve genişletmeye çalışan Balkan çeteleriyle savaşan Marsilya çeteleriyle sınırlı değil. Yasal, asgari emeklilik yaşının iki yıl artırılmasına karşı son ayaklanmalarda göstericiler tarafından pek çok mağazanın camlarının indirildiği görülen Paris’te de otorite sürekli olarak tehdit altında. Nimes ve Limoges gibi sakinliği ve huzuruyla bilinen şehirler bile ‘otorite kaybından’ etkileniyor.
Bu nedenle Cumhurbaşkanı Macron’un tatil sonrası siyasi performansının ana teması olarak ‘devlet otoritesini yeniden tesis etme’yi seçmesi şaşırtıcı değil. Geçtiğimiz hafta kendisiyle yapılan bir röportajda, ‘otorite’ kelimesini 15 kez kullandı ve ardından siyasi partileri ve sendikaları Elysee Sarayı’nda görünüşte kaybedilen devlet otoritesini yeniden tesis etmenin yollarını müzakere etmek üzere toplantılara katılmaya çağırdı.
Ancak Macron’un ilk adımları ve maiyeti arasında dolaşan fikirler, sorunun temel nedenlerini ele almaktan ziyade etrafında dans etmeye benziyor.
İlk adım, ‘abaya’ adı verilen Kuzey Afrika halk kıyafetinin devlet okullarında giyilmesinin yasaklanması şeklinde geldi. Yeni Milli Eğitim Bakanı Gabriel Attal, bu adımı, “Fransız ulusunun laik değerlerini korumaya yönelik acil bir önlem” olarak nitelendiriyor.
Hükümet tarafından finanse edilen bir grup olan Fransa Müslüman Topluluklar Konseyi, abayanın İslami sembol olmadığını açıklamasına rağmen bu karar alındı.
Yetki nereden geliyor?
Klasik cevap şu şekilde olacaktır: Yetki, uygun yollarla kurulmuş bir hükümetin kararlarını empoze etmek için sahip olduğu ikna ve baskı şeklindeki iki ana araçtan gelmektedir. Ancak bunun dışında otoritenin, kuralların ve geleneklerin sürekliliğinden ve dini miras da dahil olmak üzere anlık değerlendirmeleri aşan kültürel miras birikiminden geldiği iddia edilebilir.
Bu açıdan bakıldığında Fransa’nın 18. yüzyıldaki ilk büyük devrimiyle otorite kavramını kaybettiği söylenebilir.
Bu devrimin özgürlük, kardeşlik ve eşitlik şeklindeki üçlü yapısı, toplumsal ve dolayısıyla siyasi statü hiyerarşisini gerektiren iktidar kavramıyla çelişmektedir. Yasal sınırlar içinde tanımlanmayan ‘özgürlük’ anarşiyi olmasa da aşırı bireyselliği teşvik edebilir. ‘Kardeşlik’
sosyal, kültürel ve dini ayrımcılığı ve sonunda devlet hizmetindeki sorumlulukları beraberinde getirirken, ‘eşitlik’ ise hiyerarşi üzerine inşa edilen otoriteye meydan okumayı temsil eder.
Cumhurbaşkanı Macron, ‘haklar’ yerine ‘görevler’den bahsederek bu sorunu çözmeye çalışıyor. Ancak bu, Fransız Devrimi’nin temel değerlerine aykırı bir durumdur. Zira Fransız Devrimi’nin dünya görüşüne göre vatandaşlar, görevlerini yerine getirsinler veya getirmesinler, devredilemez ve vazgeçilemez haklara sahiptirler. Macron’un yeniden tanımına göre vatandaşların hakları, yerine getirdikleri görevler karşılığında verilen ödüller gibi düşünülebilir. Peki, bu hakları ve görevleri kim belirliyor?
Cevap, yalın haliyle çoğunluğun tiranlığı olarak okunabilecek demokrasi klişesidir. Başka bir deyişle tiranlığın en kötü türüdür.
Kişinin kendi seçmediği baskıcı bir rejimin hizmetinde görevlerden söz edilebilir mi? Fransa’da ve günümüzün birçok Batı demokrasisinde çeşitli şekillerde olduğu gibi çoğunluk olmadan hükümet kurulduğunda işler daha da kötüye gidiyor. Bu, bir makamda olabileceğiniz, ancak iktidarda olamayacağınız veya iktidarda olduğunuz havasını verseniz bile gerçek anlamda güç sahibi olmadığınız garip bir duruma yol açabilir. İkinci durumda, otoritenin yerini baskı alabilir. Dolayısıyla ‘kanun ve düzeni yeniden tesis etmek’ için polis şiddetinin yaygınlaştığı görülür.
Politik doğruculuk ve mağdurların yüceltilmesi konuyu daha da karmaşık hale getiriyor.
Macaristan ve Polonya’daki mevcut hükümetlerin yaptığı gibi otoriteden bahsederseniz, sizi ‘despot’ hatta ‘tiran’ olarak adlandırılırsınız. Tarihsel, etnik, dini, kültürel, cinsel veya sınıfsal nedenlerle mağdur olduğunu iddia eden herkes, kendi özel alanı dışındaki herhangi bir otoriteye saygı göstermekten muaf olduğunu iddia edebilir.
Siyasi açıdan doğru sözlükte, yasaya itaat etmekten değil, yasanın saygıya değer olduğu düşünülerek ona saygı duymaktan söz edilir. Siyasi doğruculuğun savunucuları aynı zamanda hukuka dayalı bir sistemde itaat yerine ‘rıza’ terimini kullanırlar. Bu şekilde yapay rıza, zamanla ticari bir projeye ve en azından ABD’de tam olarak bir bilim olmasa da bir sanata dönüşüyor.
Macron’un yapay rıza üretme aracı, ‘vatandaşların yaşamlarını etkileyen temel konular’ üzerine referandumlar düzenlemektir. Macron, hükümetlerin daha geniş yelpazedeki konularda referandum yapmasına izin verecek şekilde anayasada değişiklik yapmayı planlıyor. Bu elbette temsili demokrasinin gücünü azaltmak için bir araç ve siyasi tembelliğin bir işaretidir. Fransa’da şu ana kadar yapılan tüm referandumların aksine, oy kullanma hakkına sahip olanların çoğunluğu sandık başına gitse bile, gerekli bilgi ve araştırma becerisine sahip olmayan bir kamuoyunun ‘evet’ veya ‘hayır’ cevabıyla sosyal, ekonomik ve kültürel sorunlar çözülemez, şu ana kadar da çözülemedi.
Filozof Kant otoritenin üç kaynağından söz eder: güç, zenginlik ve saygı. Ancak bu, Avrupa’nın otoriter bir rejime sahip olduğu dönemdeydi. O zamanlar monarşi, zengin aristokrasi ve kilise, Kant’ın üç ayaklı otoritesini temsil ediyordu.
Her sistem, temel değerini abarttığımızda bozulur. Bu da şu anlama gelmektedir: Aşırı demokrasi, otoritenin bir sarkaç gibi ya tiranlığa ya da yönetilebilirliğe doğru sallandığı demokratik rejimin yozlaşmasına yol açar.
Günümüz Batı demokrasilerinin çoğunda, sarkaç tehlikeli bir şekilde yönetilemezliğe yakındır. Hükümetler genelde çoğunlukla yönetiyormuş gibi yaparlar. Macron ve diğerlerinin yaşadığı zorluk, sarkacı ters yöne itmektir. Ancak dikkat; nefesinizi tutmayın veya çok uzun süre beklemeyin!