Hindistan'ın G20 zirvesine ev sahipliği yapması kesin olan bir şeyi doğruluyor: Hint cini tamamen şişeden çıktı!
Mevcut Hindistan liderliği 2014 yılında iktidara geldi. Kimlik milliyetçisi ve din tabanlı iktidar partisi, bugün dünyanın en büyük siyasi partisi (yaklaşık 180 milyon üyesiyle, Çin Komünist Partisi'nin neredeyse iki katı kadar üyesi var). Bu liderlik aynı zamanda, devasa ve hızlı ekonomik ve teknolojik büyümenin ortasında Hindistan'ın nüfusunun yakın zamanda "komşusu" Çin'in nüfusunu geçmesinin ardından, bugün nüfus açısından dünyanın en büyük ülkesine de liderlik ediyor.
Bu arada Hindistan ekonomisi şu anda dünyada ABD, Çin, Japonya ve Almanya ekonomilerinden sonra, beşinci sırada yer alıyor ve İngiltere ile Fransa ekonomilerinin önüne geçmiş durumda. Ayrıca dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri listesinde BAE, Mısır, Katar ve Suudi Arabistan ekonomilerinden sonra beşinci sırada, Asyalı büyük rakipleri Çin ve Japonya'nın önünde yer alıyor.
Bu hiç de önemsiz bir başarı değil, özellikle de Hindistan'ın 1947'de Hindistan yarımadasının İngiltere tarafından bölünmesinin ardından gelen bağımsızlığının arifesinde iken nasıl bir durumda olduğunu hesaba katarsak. Ancak bugünü okumaya ve geleceği tahmin etmeye hazırlık olarak, tarihten bahsederken, Hindistan'da 75 yıldır meydana gelen gelişmenin büyük olumsuzluklarının yanı sıra büyük olumlu yanlarının da olduğunu kabul etmeliyiz.
Ekonomik boyuttan devam edecek olursak, Şarku’l Avsat'ın yakın zamanda değindiği gibi Hindistan resmi istatistiklerine göre, Hindistan'ın gayri safi yurt içi hasılası 1947'de sadece 30 milyar dolar iken bugün 3,76 trilyon ABD dolarına ulaştı.
Çok önemli olumluluklardan bir diğeri, Hindistan'ın, ileri teknolojik sanayi merkezleriyle dolu dev bir bilim, araştırma, iletişim ve hizmet laboratuvarına dönüşmesidir. Bangalore ve Haydarabad şehirlerindeki merkezler bunların en öne çıkanları olabilir. Nüfusu yoksul kırsal bölgelerde yoğunlaşan ülkede okuma-yazma bilmeme oranı yüzde 88 civarındayken, bugün okuma-yazma bilmeme oranı yüzde 23'e geriledi!
İnsani gelişme açısından bakıldığında da, bağımsızlık döneminde bir Hint vatandaşının ortalama ömrü yalnızca 30 yılken, yoksulluk ve yetersiz beslenmeden kaynaklanan hastalıklarla mücadelede elde edilen açık başarı, halk sağlığı standartlarının, önleyici tedbirlerin, tedavi ve tıbbi tekniklerin iyileştirilmesi sayesinde bugün ortalama 70 yıla yükseldi.
Bunların hepsi ancak önyargılı ve nefret dolu bir insanın inkar edebileceği olumlu hususlar, ancak 75 yıllık bağımsızlık yolculuğunun tamamını özetlemiyorlar.
Demokrasi kelimesinin pratik tanımına göre, biçim olarak Hindistan'ın hâlâ "dünyanın en büyük demokrasisi" olduğu doğru. Aynı zamanda etnik, dilsel, kültürel ve dinsel çeşitliliği -en azından resmi olarak- hâlâ tanıdığı doğru. Yine bu tanımayı, kendi hükümetleri olan, sayıları ve sınırları ihtiyaç duyulduğu yerde ve zamanda gözden geçirilebilen eyaletlere (ve özerk bölgelere) dayalı bir federal sistemi sürdürerek uyguladığı da doğru.
Ancak daha derindeki gerçeklik farklı.
Halihazırda Narendra Modi ve partisi Bharatiya Janata tarafından yönetilen Hindistan'ın, 1947 yılında aralarında Mahatma Mohandas Gandhi, Pandit Cevahirlal Nehru ve Ebu’l Kelam Azad’ın olduğu ilk bağımsızlık yanlısı liderlerin kurduğu Hindistan ile değer sistemi, idealleri ve ilkeleri açısından hiçbir alakası yok.
Hindu çoğunluk arasında görüş ve konum sahibi elitler de dahil olmak üzere pek çok kişiye göre şimdiki Hindistan, son 20 yılda barış içinde bir arada yaşama, kültürel aşılama, dinsel hoşgörü konusunda öncü bir deneyimden, oy sandıkları aracılığıyla olsa da çoğunluğun tahakkümünün açık bir modeline dönüştü.
Bu tür bir tahakküm en kötüsü olabilir çünkü içinde diğerlerine göre daha fazla süreklilik, abartılı aşırılık, ötekine karşı öğretilmiş şeytanlaştırma ve sürekli bir ileriye kaçış taşır.
Hindistan'ın siyasi karakterindeki bu dönüşüm, büyüklüğüne ve uluslararası alanda artan siyasi, ekonomik, teknolojik ve askeri önemine rağmen ne yazık ki sadece Hindistan'ın içi ile sınırlı değil. Bu aynı zamanda dünyaya yayılmış Hint göçmen topluluklarında da somut hale geldi.
Dün, Hindistan Başbakanı Modi ile konuğu İngiltere Başbakanı (Hint kökenli) Rishi Sunak’ın tokalaşması gerçekten tarihi bir olaydı.
Hakikaten Modi’nin, Hindistan'ın bir arada yaşamaya şüpheyle yaklaşan aşırı sağa doğru kaymasını somutlaştırması gibi, Sunak ve mevcut Muhafazakar İngiliz hükümetindeki bazı meslektaşları da, Hindistan yarımadasından gelen göçmenlerin ikinci ve üçüncü neslinin büyük bir kısmının sol ve merkezden aşırı sağa doğru kayışını temsil ediyorlar. Şu anda, göçmen çocuklarından oluşan bu sağcı grup ısrarla sağlık ve eğitim alanında sosyal güvenlik ağına karşı bir kampanya yürütüyorlar. Kendilerinin de faydalandıkları göçmenlik yasalarını reddederek aşırılıkta İngiltere genelindeki geleneksel muhafazakar aşırılık yanlılarını geride bırakıyorlar.
Aynı yaklaşım bugün Hindistan yarımadasından ABD’ye göç edenlerin ikinci ve üçüncü neslinin büyük bir kısmında da görülüyor. Bunların başında, yakın zamanda Milwaukee şehrinde Cumhuriyetçi başkan adayları için düzenlenen münazarada benzer pozisyonlar ortaya koyan genç, zengin Cumhuriyetçi aday Vivek Ramaswamy geliyor.
Burada, özellikle rakip küresel güçlerin meşguliyetleri ortasında “Yeni Hindistan”ın artan rolü ve bir takım uluslararası denklemler üzerindeki etkisi göz önüne alındığında, takip etmeye değer olduğunu iddia ettiğim bir durumla karşı karşıyayız. Zira ABD, demokratik kurumları yeniden tanımlayan tüm kavram ve kanaatleriyle hâlâ Donald Trump olgusunu yaşıyor. Rusya, 1917'den itibaren mükemmelleştirdiği ve doksanların başında "Sovyet deneyimini" öldüren "tanklarla diyalog" politikasının bedelini her gün ödüyor.
Çin, ekonomik ve kalkınma atılımlarıyla kendisine yönelik stratejik siyasi ve savunma ablukalarından kaçmaya çalışıyor. Avrupa Birliği, kıtasal dayanışma özlemi ile milliyetçi radikalizm ve ırkçı fanatizm bıçakları altında kalmak arasında dağınık durumda.