Sevsen Ebtah
Gazeteci ve yazar. Lübnan Üniversitesi'nde Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü Profesörü
TT

Lübnanlı Amin Maalouf

Amin Maalouf dışında hiçbir Lübnanlı veya belki de hiçbir Arap yazar, Cibran Halil Cibran kadar parlak bir uluslararası şöhrete ulaşamadı. İçinde bulundukları zaman ve koşullar bakımından farklı olsalar da iki adamın ilgi çeken bir serüveni var. Her ikisi de kendi kimliklerini ve yakın bağlarını aşarak insani bir ruhla yazdılar. ABD ve Fransa’da yaşayıp anavatanlarından uzak olmalarına rağmen, küçükken yaşadıkları ve ayrıntılarında evrenin büyüklüğünde bir dünya keşfettikleri küçük köyden ve ateş ve zulüm altında bırakmak zorunda kaldıkları ülkeden ilham alarak eserlerini dokuyup ilgi çekici konulardan ilham aldılar.

Amin Maalouf’un 40 dile çevrilen edebiyat dünyasındaki konumunun yüz yıl sonra ne olacağını bilmek için henüz çok erken olsa da çağın sorunlarına değinen fikir yazılarının yanı sıra harika romanlarıyla kendisine yüksek bir yer garantilediği söylenebilir. Amin Maalouf’un bir yazar olarak değerinin, ahlaki krizlerin şiddetlenmesi sırasında görüşlerinin isabetli oluşu ve herkes zorlayıcı bir tarihsel dayanak üzerinde bocalarken insanlığın gerileyişine duyduğu üzüntünün samimiyeti nedeniyle arttığını söyleme cüretinde bulunabilirim.

Bu ay Maalouf’un hayatında iki önemli gelişme yaşandı. Biri, 350 yılı aşkın süredir dilin koruyucusu olan Fransız Akademisi Daimî Genel Sekreterliği’ne gelmesi, -ki bu bir Arap’ın ilk kez eriştiği sembolik değeri yüksek bir mevkidir- ikincisi ise beklenen yeni kitabı ‘Kayıpların Labirenti: Batı ve Düşmanları’nın (Le labyrinthe des égarés: L'Occident et ses adversaires) çıkması. Kitap, Avrupa’nın karşı karşıya geldiği milletlerden bahsediyor. Önce Japonya, sonra Sovyetler Birliği ve ardından Çin geliyor. En nihayetinde Avrupa’nın ABD ile ilişkisine değinilerek, ABD’nin Avrupa’yı savunması ve savaşlar ve yıllar geçerken Batı’nın en büyük rehberi ve yeryüzünün süper gücü olması anlatılıyor. Bu noktada “Bunun Avrupa’ya ne etkisi oldu?” sorusu uyanıyor.

Maalouf’un hala çekmecesinde duran pek çok yazısı var. Yazmayı seviyor ama yayınlamaktan korkuyor. Birinin bu görevi onun yerine üstlenmesini diliyor.

Sorumlu kişi sözlerini dengeler, bunların bir ağırlığı olduğunu, okurlarının aynalarına ve ruhlarına yansıyan bir etki yarattığını bilir. Aydınlanma rolüne kendini adamış entelektüel türlerinden biri ve bunlar nadir bulunur oldu. “İlk defa çocuklarımızın ve onlardan sonra gelecek çocuklarının bizim yaşadığımız gibi yaşayamayacaklarından korkuyoruz.”

‘Tanios Kayası’nın sahibi evrenin altüst olacağını düşünüyor ve bu konuda bir şeyler yapmak istiyordu. Bu yüzden anlatmayı sevdiği hikayeleri bir kenara bırakıp, kendini ‘Ölümcül Kimlikler’i yazmaya adadı. Bağnazlığın tehlikesini ve dar aidiyetlerin arkasında kendi kabuğuna çekilme hastalığının yükselişini sezmişti. Kitap, kimliklerin ve onların iç içe geçmiş sorunlarının tanımlanmasında bir başucu kitabı haline geldi. Amin Maalouf, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından ABD’nin bu önemli anı yakalayamadığına, görevini yerine getiremediğine ve ulusların barışını koruyup insanların hayatlarını güvence altına alacak uluslararası ilişkileri kuramadığına kanaat getirdi. Bu yüzden ‘Çivisi Çıkmış Dünya’yı yazdı ve kontrol altına alınması gereken korkutucu kaosu anlattı. Ancak kaygı ve korku arasında gidip gelen bir gezegeni kurtarmak için kimse harekete geçmedi. Böylece Huntington’a ve onun kötü ‘medeniyetler çatışması’ teorisine yanıt olarak ‘medeniyetlerin batışı’nı* ortaya attı. Dini ifadenin yükselişte olduğunu ancak ufukta bir çatışma olmadığını, aksine her kültürde medeniyetlerin parçalanması ve dağılmasının söz konusu olduğunu öne sürdü. “Bedel ödeme aşamasına geldik ve harekete geçmeliyiz.” Aklı başında adamların sözlerine kulak verip tehlike çanlarını dinlemek yerine sözde ‘özgür dünya’, önceki kazanımlarının coşkusuyla Ukrayna’da savaşa girdi. Amin Maalouf’un şu anda yayınlanan kitabını yazmasının arkasındaki sebep buydu. Maalouf kitapta, bu korkunç savaştan ve Avrupa’nın büyük ve tehlikeli çatışmaların çözümünde önemli bir rol oynamaktan aciz oluşundan bahsediyor.

Amin Maalouf’un jeopolitik yazıları, tıpkı romanlarında olduğu gibi özüne kadar Lübnanlıdır. Kendisi Lübnan çoğulculuğunun ve kardeşçe bir arada yaşamanın altın çağına denk gelmişti. Halen ülkesindeki sorunun dini eğilimlerden değil, kötü yönetimden kaynaklandığına inanıyor. Toy bir gazeteci olarak çalıştığı günlere özlem duyuyor; çünkü “Hayatımız çok güzeldi. Bütün gece çalışıyordum ama şafak vakti geldiğinde arkadaşlarımı birlikte yemek yemeye ve hoşça vakit geçirmeye davet ediyordum. Tatile gerek yoktu. Çünkü günlerimiz baskıyla değil, oldukça huzurlu geçiyordu.”

Ayn er-Rummane’deki evinin penceresinin altında Lübnan iç savaşının ilk kıvılcımı patlamıştı. İlk kurbanların verildiği ünlü otobüsü kendi gözleriyle görmüştü. Uzun süre sorunun eski ve geri kalmış bir sistemden kaynaklandığını sanmış; ancak zamanla tüm dünyanın hızla değiştiğini ve köyü Ayn el-Kabu ve Ayn er-Rummane’de yaşadıklarının dünyada yaygın olan olayların yalnızca örnekleri olduğunu fark etmişti.

İşte bu şekilde, üretken gazetecilik anlayışıyla her zaman yeni bilgiler peşinde olan çalışkan ve sağduyulu Maalouf, önce çocukluğunda, sonra gençliğinde soluduklarından faydalanmayı başardı. Geleceğe yönelik vizyonlarını ve tasavvurlarını bunun üzerine inşa etti. Maalouf, çoğu zaman geleceğe kasvetli baksa da umut pencerelerini kapatmayı reddediyor.

Tahar Ben Jelloun, arkadaşı Maalouf’un Ölümsüzler Akademisi’nin başına geçme başarısı hakkında yorum yaparak, “Fransızca yazıyoruz ama ruhu ve derinliği geldiğimiz yerden alıyoruz. O Lübnanlı, ben Faslıyım. Biz sömürgeciliğin dilini aldık ve kaygılarımızı dile getirmek için bunu geliştirdik” diyor.

Saygın bir adam, üslup ve hikâyeye denk bilgiyi arayan bir edip ve çatlamış dünyanın endişelerini taşıyan bir isim olarak Amin Maalouf, devlet okulundan mezun olduğunu ve 15 yaşına kadar sadece Arapça okuduğunu belirterek, “Dünya edebiyatını bile Arapça okurdum, evimizde hiç Fransızca konuşmazdık” diyor. Dolayısıyla Maalouf, yerine ödünç alınmış yabancı bir kimlik koymak için kendi kimliğinden bir şey çıkarmayı denemedi. Lübnan kimliğine sahip çıktı ve Fransızca konuşurken bile Lübnan aksanını korudu. R harfini net bir şekilde telaffuz edip bunun yerine Fransızca aksanı takip etmediğini duyunca, nereden geldiğini bilmemek imkânsız. Maalouf bu aksanla Molière’in dilindeki koruyucuların efendisi haline geldi. Şimdi onun döneminde,1936’dan beri hazırlanan Akademi Sözlüğü’nün dokuzuncu baskısı yayınlanacak.

Maalouf, yeni kitabında Faulkner’in şu etkileyici sözünü aktarıyor:

“Geçmiş asla ölü değildir, hatta geçmiş bile değildir.”

* Uygarlıkların Batışı/ Amin Maalouf- Yapı Kredi Yayınları